6–7 Eylül olaylarından çok utanırım.
Ama önce, ondan daha çok utanç duyduğum, Varlık Vergisi’siyle söze başlamalıyım.
Gençler bunları bilmez. Bilseler bile kulaktan dolma bilgilerle bilirler.
Belki içlerinde okuyarak bir şeyler öğrenmiş olanlar vardır.
Dilerim vardır.
Benim yaşıtlarım pek çok şeyi yaşayarak öğrendi.
***
1942 yılında Çamlıca Kız Lisesi’nin sekizinci sınıfındaydım.
Okulumuzda gündüzlü (nihari), yatılı (leyli), parasız yatılı (meccani) öğrenciler vardı.
Beş yaşından beri mahalle arkadaşım, sonra sınıf arkadaşım, daha sonra gençlik arkadaşım, şimdi ise bir mücevher gibi koruduğum olgunluk dönemi arkadaşım olan sevgili Emel Gökcan’ın babası Ahmet Arif Bey Alemdağ Tereyağları’nın sahibiydi.
Emel, hafta başı okula geldiğinde babasının Varlık Vergisi verdiğini söyledi.
Bütün sınıf ne demek istediğini anlamaya çalıştık.
Diğer sınıflarda da babaları Varlık Vergisi veren öğrenciler vardı.
Çocukluk işte. “Benim babam da verdi” dedim.
Gururla.
Hayatımda söylediğim ilk yalandır.
Herhalde kendimi onlarla eşitlemek istedim.
Halbuki benim babam Askerî Veteriner.
Memurlar o vergiden muaftı.
***
1943 yılında, kırk yıl yaşayacağım, Ankara’ya gittim. Evkaf Apartmanı’nda oturuyoruz.
Çok yakınımızdaki büyük bir alana park yapılıyor. Bir gün o parka gittim. Ne olup bittiğini görmek için.
Belden yukarısı çıplak, güneşten yanmış bronz tenleri ile yakışıklı İstanbul delikanlıları. Galiba askere alınmışlar. Ama orada çalıştırılıyorlar. Ellerinde kazma kürek.
Bunlar gayrimüslim gençler.
Çok utandım.
Göz göze gelmemek için önlerinden geçerken başka yerlere baktım.
Ankara’nın meşhur Gençlik Parkı’nı onlar yaptı diyebilirim.
Ben sonra o Gençlik Parkı’na çok gittim. İstanbul’dan özel tiyatrolar gelir açık havada oynarlardı.
Bazı akşamlar da serinlemek için giderdik.
Hangi vesileyle gidersem gideyim o fotoğrafı hep hatırladım.
***
Yıl 1942.
CHP iktidarda.
İsmet İnönü Cumhurbaşkanı, Şükrü Saraçoğlu Başbakan, Fuat Ağralı Maliye Bakanı.
Bizim evde en çok Fuat Ağralı’nın adı geçerdi. Tüm bu haksızlığın müsebbibi olarak o gösterilirdi.
Halbuki Varlık Vergisi Kanunu’nun çıkarılmasına ilişkin kanun teklifinin altında Şükrü Saraçoğlu, Numan Menemencioğlu, Ali Rıza Artunkal, Recep Peker, Fuat Ağralı, Hasan Ali Yücel, Ali Fuat Cebesoy, Hulusi Alataş, Raif Karadeniz, Şevket Raşit Hatipoğlu, Fahri Engin, Behçet Uz’un imzaları vardı.
Bazıları benim arkadaşlarımın babaları, bazıları da annemin ahbaplarının kocaları.
Şimdi yazarken bir yandan da düşünüyorum. Acaba hiç mi itiraz eden olmadı ?
Bu soruyu şimdi değil o zaman sormalıymışım. Ama o zaman bugünkü yaşımda değildim ki.
12.11.1942 tarih ve 4305 sayılı Kanunla Varlık Vergisi uygulanmaya başlamış. Ama yalnız gayri müslimlerle sınırlı kalmamış. Daha sonra dönmeler, hatta müslümanlar da listeye dahil edilmiş.
İstanbul Defterdarı Faik Ökte’den 300 milyon toplaması istenmiş. Hem de 15 gün içinde.
Bazıları vermiş. Bazıları verememiş.
Tabii bazı açıkgözler veremiyenlerin mallarını yok pahasına satın almış.
Olur böyle şeyler. Her zaman olur.
***
Her ne kadar karaborsa vurguncularını cezalandırmak amacıyla bu Kanunu’nun çıkartıldığı söylense de aslında ticarette etkin olan gayri müslimleri piyasadan tasfiye etmek maksadıyla yapıldığı evlerimizde, büyüklerimiz arasında, konuşulurdu.
Çok sonra aynı nedenlerle bir oyun daha oynanacaktı.
Ne zaman?
6–7 Eylül 1955’te.
Sonuç olarak 300 milyon yerine ancak 221 milyon toplanabilmiş. Çünkü araya ricacılar girmiş, bazılarına indirim yapılmış, bazıları da listeden düşmüş.
Olur, böyle şeyler. Her zaman olur.
***
Sevgili Cahit Kayra, "1938 Kuşağı, Olaylar, İnsanlar, Anılar" kitabının (Cem Yayınları, 1995) Varlık Vergisi ve İşadamları Bölümü’nde (s.105 – 109) bu olayı kendine özgü üslubu ile şöyle anlatacaktı:
“Trabzon’dan İstanbul’a döndüğüm tarihte İkinci Dünya Savaşı en derin ve en yoğun yılını yaşıyordu. Bu boğuşma Türkiye’ye de ağır yükler yüklemişti. Yirmi milyonluk Türkiye bir milyonluk bir ordu besliyordu. Nüfusun çok büyük bir bölümü üretken olmaktan çıkmış, tüketici durumuna geçmişti. Üretim ve sunum dengesi öylesine bozulmuştu ki fiyatlar 1940’da %39, 1941’de %93 artmıştı. Cumhuriyet altını savaş öncesi 10.78 lira iken 1942’de 32 liraya çıkmıştı.
Devleti yönetenler halkı ve orduyu beslemekte nasıl güçlük çekiyorsa harcamalara gerekli karşılığı bulmakta da aynı güçlükle karşı karşıya idiler. Bir ‘Cebri – zorunlu istikraz’ düşüncesi uygun bulunmadı. Maliye Bakanlığı ‘Olağanüstü Kazançlar Vergisi’ adı altında bir vergi tasarısı önerdi. Bu tasarı da benimsenmedi. Onun yerine Hükümet kademesinde bir ‘Varlık Vergisi’ yasası hazırlandı… Verginin önemli olan tarafı itiraz ve temyiz edilememesiydi. Bu nedenle hepimizin Maliye hocası Fazıl Pelin, Defterdar Faik Ökte’yi azarlamış, ‘Siz delisiniz’ demişti... Hiç kimsenin tam olarak bilmediği listeler, bir gecede, büyük bir gizlilik içinde daktiloya çekildi… Listeler açıklandı ve büyük bir tepki ile karşılandı…"Varlık Vergisi Yasası’nın 1944 yılının Mart ayında kaldırıldığını da yazıyor Cahit Kayra.
Özelinde olduğu gibi genelinde de okunmağa değer "1938 Kuşağı, Olaylar, İnsanlar, Anılar" kitabı.
***
Bu konuda basında çıkan yazıları dikkatle okumuş, televizyonda yapılan programları gene dikkatle izlemişimdir.
Özellikle, Oral Çalışlar’ın, kesip sakladığım, 18 Ocak 1998 tarihli Cumhuriyet Dergi’de İshak Alaton ile yaptığı söyleşi beni çok etkilemiştir.
Yalnız etkilemekle kalmamış aynı zamanda utandırmıştır.
İshak Alaton şöyle anlatıyor:
“Biz aslen Ankaralıyız. Annem babam orada doğdular ve büyüdüler. Evlendiklerinde İstanbul’a göç ediyorlar. 1927’de de ben doğmuşum. Babam, Ankara’dan İstanbul’a geldiğinde 23 yaşındaymış. Yeni evli, liseyi bitirmiş, ufak tefek ticaret yapıyor. Babası, biraz gayri menkulleri olup, cemaatin işleriyle uğraşan birisi. Okullar o zaman cemaat okulu. Dedem, okulda öğretmenlerin başı olarak idari bir görevdeymiş. Ankara’da o zaman nüfusun yüzde onu Yahudi. Samanpazarı’nın hemen altında bir Yahudi Mahallesi vardı. Okulu, sinegogları, teşkilatı, kendine yeter bir toplumsal örgütlenmeleri varmış. Okulun öğretmenler başı diyebileceğimiz rolü bababın babası üstlenmiş. Babamın öğretmen olma arzusu da buradan doğuyor. İstanbul’a taşındığımızda Şişli Halkevi’nde (hala duruyor) akşamları meccanen (parasız) Fransızca öğretmenliği yapıyordu. Gündüz de ticaretle uğraşıyordu.
Bir heyecan taşıyordu. Atatürk’ü tanımıştı. Çubuk Barajı’nda Atatürk’le buluştuğunda, onun iltifatını almıştı. ‘Türkiye Cumhuriyetini kuran adam bana iltifat etti, ne büyük mutluluk’ der ve bundan heyecan duyardı.
İstanbul’a geldiğinde Sirkeci’nin hemen arkasındaki Aşir Efendi Caddesi’nde bir mağaza kiralıyor, ithalat yapıyor, İngiltere’den iplik getirtiyor. Anadolu’nun dokuma tezgahlarına, evlerdeki tezgahlara ham madde olarak pamuk ipliği satıyor. Zamanla para kazanmaya başlıyor ve başka bir dükkana geçiyor. Aşir Efendi Caddesi No. 20.
(...)
Osmanbey Afitap Sokak’ta oturuyorduk. Ben Şişli Terakki’ye gidiyordum...
Varlık Vergisi’nin insanın mal varlığının bir parçası olması lazım ama, varlığının dört mislini aşan bir rakam geliverdi babama. Adamcağız ‘Ben bunu nasıl ödeyeceğim, mümkün değil, bunda bir yanlışlık olmalı’ diyerek eve geldi.
Bir 16 bin lira, bir de 64 bin lira. İki ayrı yerden. Bütün varlığı 15 bin lira değil. Evdeki eşyalarımıza el koydular. Bütün eşya 1100 lira tutmuştu...
Ev kiraydı. İşyeri de. Ticarete yeni başlayan bir adamdı. Ama işleri iyi gidiyordu. Cemaatte yeri vardı. Toplumda yeri vardı. Cumhuriyet Halk Partisi’nde isim yapıyordu. O zamanki heyecanla ekalliyetlerden de parlamentoda temsilci bulunsun merakı vardı. Bir millet yaratma heyacanı vardı. Milleti yaratma zamanıydı, Atatürk zamanı. Atatürk zamanı müthiş bir zamandı bana sorarsanız. Hala ne yiyorsak biraz da Atatürk’ün mirasından yiyoruz.
1942’de hiç anlamadığımız bu olay gerçekleşti. Adamın bütün varlığı 15 bin lira. Mağazası satılıyor, oradan 4 – 5 bin çıkıyor. Tam 16 bin lirayı ödüyor. 64 bin lirayı ödemek mümkün değil, çünkü yok...
Bir manevi tazyik de var. ‘Bak Aşkale’ye gidiyorsun, ne sakladıysan onu da çıkar’ demek istiyorlar... Baktılar ki verecekleri bir şey kalmamış. Veremeyenleri doldurdular vagonlara, gönderdiler...
40 yaşında gitti...
***Evden içeriye beyaz saçlı, pejmürde bir adam giriyor. Felaket bir şey. Tanımıyorum. Ben 15 yaşındayım. Henüz bir sene geçmiş aradan... Siyah saçlı gitti, beyaz saçlı döndü.
Döndüğü gün hiç kafamdan silinmez.
Babam döndü ve bir daha hiç bundan söz etmek istemedi... Yeniden başla. Başlayamadı. Çünkü hazmedemedi, anlayamadı, affedemedi. İhanet kelimesini ben ondan duydum. ‘Devlet bana ihanet etti, ben ne yapabilirim’ dedi...”
***
Evet! Burada biraz durmak istiyorum. Nefes almak için değil. "Salkım Hanımın Taneleri" filmini hatırlamak için.
Yılmaz Akkoyunlu’nun aynı adlı kitabından uyarlanmş olan bu film Aşkale günlerini anlatır bize. O filmde gördüklerimin yanında Gençlik Parkı’nın oluşumunda çalışan musevi gençlerin fotoğrafı çok masum kalır.
Birçok kuruluş, değişik tarihlerde, gerek yapımcısına, gerek senaristine, gerek oyuncularına, gerek filmin kendisine pek çok dalda ödül vermişti.
Bana da utanç.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder