Tahran'dan Ankara'ya Beyrut üzerinden döndüm.
O yıllar Beyrut'un altın yıllarıydı. Olağanüstü bir güzellik ve zenginlikti. Her bakımdan. Hem doğası, hem yaşantısı itibariyle Avrupa'nın hiçbir kenti ile kıyaslanamazdı.
Dünyanın en ünlü sanatçıları, bir gece için bile olsa, Beyrut’ta muhakkak bir gösteri yapardı.
Gülten (Akbay), "ben Beyrut'ta gördüğüm Show'u Amerika'da görmedim" demişti.
***
5 Aralık 1961 tarihinde Tahran'dan Beyrut'a Lufthansa ile uçtum. Corniche Chourane'nın civarında bir pansiyonda kaldım. Sahibi Yunanlıydı. Adı Emil. Çok hoş bir adamdı. Orta yaşta. Görgülü. Neşeli. Cana yakın.
Ankara'ya dönünce kendisine kart yazmış olmalıyım ki cevap vermiş. Beni tekrar bekliyor.
1969'da Tahran'dan Ankara'ya dönerken gene Beyrut'a uğradım. Ama Emil Yunanistan'a göç etmişti.
***
On iki tane plağın üstüste konduğu ve düğmeye basıldığında otomatik olarak sırayla hepsinin çalındığı müzik dolabını ilk kez o pansiyonda görmüştüm. On iki tane plağın içinde hangi şarkıların bulunduğunu ışıklandırılmış camdan görebiliyordunuz. Hangi şarkıların çalınmasını istiyorsanız cam üzerindeki düğmeye basıyordunuz.
Pansiyon, iç ve dış avlusu olan, ağaçlar ve çiçekler içinde sanki küçük bir köşktü. Çok özel müşterileri vardı. CENTO'da aynı kısımda beraber çalıştığım, İngiliz, Mr. Halanen tavsiye etmişti. İç avluda hem yemek yeniyor, hem dans ediliyordu.
Emil bey bana müşteri gibi değil, misafir gibi davrandı. Örneğin, yemekten sonra tatlı, meyve veya kahve ikram eder, parasını almazdı.
Bir tek nedeni vardı. Ben Türk'tüm ve o İstanbul'a aşıktı.
Şu halklar arasındaki yakınlık devletler arasında da olabilseydi, dünya çok daha güzel olurdu.
***
Beyrut'un iki çarşısı vardı. Biri, Uzun Çarşı anlamına Souk Tawil, diğeri Hamra.
Ben Souk Tawil'i daha çok severdim. Çünkü daha yereldi. Hele sıraya dizilmiş üstü açık dükkanlarda satılan, bol baharatlı, ne olduğu ve nasıl yapıldığı şüpheli yiyeceklerin tadına doyum olmazdı.
Gülten'e (Akbay) o kadar çok anlatmıştım ki, "söyleme fena oluyorum, öldürseler yemem o pislikleri" derdi.
Seneler sonra, Paris'te St.Michel'in ara sokaklarında, o yiyeceklerin tıpkı eşini satan bir dükkanla karşılaştım. O gün, evvelce tespit ettiğim bir lokantada, Coquille Saint Jacques yiyecektim. Acele vazgeçtim. Dükkandan içeri girdim. Adam ekmeğin içini çıkardı. Eliyle, tıpkı Beyrut'ta olduğu gibi, Gülten'in pislik dediği şeyleri doldurdu. Tanrım bundan dana büyük mutluluk olamazdı. Birden çok acıktığımı hissettim. Dükkanın önündeki kaldırıma oturdum ve yedim. Sonra Gülten'e bir kart yazdım. Dükkanı tarif ettim.
Gülten ve Celal (Akbay), 1983'de yerleşmek üzere Paris'e gittiler. Gülten o dükkanı buldu. Ama hiç içeri girmedi. Bazen, "senin dükkana gidip, vitrinini seyrediyorum" diye yazardı.
***
Lübnan'ın zenginleri Cebel denilen yüksek yaylalarda otururdu. Yalnız onlar değil, zengin Arap Şeyhleri de Cebel'de otururdu.
Bir gün, tur ile, Baalbek Harabeleri'ne gittim. Tesadüfen grupta Avustralyalı arkeologlar vardı. Tabii rehber daha coşkulu anlattı. Dikey sütunlar üzerine konmuş yatay bir sütunu göstererek, "bugüne kadar keşfedilemedi o yatayın bu dikeyler üzerine nasıl konduğu" dedi.
***
Hamra'daki çarşı çok zengindi. Hep Avrupa eşyalar satılıyordu. Türkiye'de, henüz, Serbest Pazar yoktu. Bu nedenle Tahran ve Beyrut'taki butikler beni çok şaşırtıyordu.
20 Lübnan'a siyah saten bir gece ayakkabısı almıştım. İtalyan. Bizim paramızla 100 lira ediyordu. Ankara Palas'ta sabahlara kadar dans ettim o ayakkabılarla. Senelerce giydim. Atmaya kıyamadığım için saklıyordum. Bir gün işe yaradı. Ankara Tiyatro Derneği'nin sahnelediği, Varol Özkoçak'ın yönettiği, Güven Turan'ın dilimize çevirdiği, Peter Shaffer'ın Beş Parmak (Five Finger Exercise) adlı oyununda Louise rolündeki Nihal Göğeren giydi oyun süresince. Çünkü bir Fransız kadınını oynuyordu. Ve Fransız kadına o ayakkabılar çok yakışıyordu.
***
Şimdi hala öyle mi bilmiyorum, o yıllarda Middle East Airlines çalışıyordu Beyrut - Ankara arasında. Öğle saatinde kalkardı Beyrut'tan ve bir saat on dakika sonra Ankara'ya inerdi.
O kısacık zamanda bile sıcak öğle yemeği verirdi. O yıllarda uçaklar verdikleri servis ve hediyelerle birbirleriyle yarışırlardı. Yolcular da tercihlerini ona göre yaparlardı.
Sonraki yıllarda hiçbir uçağın birbirinden farkı kalmadı. Tüm uçaklarda çatal - bıçaklar plastik oldu.
***
O çok sevdiğim Middle East uçağı, altmışlı yıllarda, Esenboğa'ya gelmek üzereyken Hacı Bayram Camii'nin civarında düştü.
CENTO, Eski TBMM Binası'ndaydı. Korkunç gürültüyü duyduk. Yalnız uçaktakiler değil, yerdekilerden de ölenler oldu.
Ölenlerin hepsine çok üzüldüm.
Ama en çok küçük bir ayakkabı boyacısına üzüldüm. Çünkü uçağa binmek gibi hiçbir şansı olmayan bu çocuk, bir uçak kazasında ölmüştü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder