Düşmenin ardından bende kalan bazı izleri silmek için, belki de.
Yağmur ve serin havadan kaçmak için, belki de.
Üsküdar’ı, evimi, evimin koşullarını özlediğim için, belki de.
Dillendirmediğim birçok nedenden ötürü, belki de.
Bu sene ‘Sarıyaz’ı beklemeden ayrıldım Bodrum’dan.
Yağmurdan sonraki ilk güneşli günde, Ahmet Hıdır ile Trança’da beraber olmak. Her başbaşa yenen yemeğin ayrıcalığını yaşamak. Ve bazı şeyleri paylaşmak.
Bir müzenin doğuşuna tanık olmak. Ali Kemal Denizaslanı’nın teknelerini, tekne yapımcılarının fotoğraflarını, tüm bilgilerin yer aldığı panoları görmek ve Ali Kemal ile kısa da olsa sohbet etmek ve de yola çıkmadan önce bu güzel olayı yaşamak...
Çantalar hazırlandı. Her şey yeniden gözden geçirildi. Ev, yılların insanı Şefika Şiş’e teslim edildi.
Eşyalar teker teker arabaya yerleşiyor. Neler var içlerinde? Kitap, dergi, dosya ve gazete kesintileri. Bir de kordonları kendinden çok yer kaplayan dizüstü bilgisayarı. Tabii hepsi bu kadar değil. Yazlık elbiseler, kışlık kazaklar.
Bir de oraya götürülüp tekrar buraya getirilenler. Otuz yıldır gidip-gelenler. Ne orada ne burada yerine oturmayanlar.
Araba, Cumhuriyet’ten yukarı doğru çıktı. Zeki Müren’den sola döndü. Atatürk Caddesi’nin köşesinden Dr. Mümtaz Ataman’a saptı.
Sabahın erken bir saati. Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezi’nin önünden geçiyoruz. “İşte burası, yirmi bir defa geldim” diyorum. Bunu derken de ne kadar çok şeyi aynı anda düşünüyorum.
“Kaderiniz tamamen size aittir. Çünkü gideceğiniz yolu siz kendiniz seçersiniz” diyor Dolores Cannon, “Ölüm Ötesi” kitabında. İnanıyorum. O düştüğüm sabah, gazete ve ekmek almaya gitmeyi ben istemiştim. Kaderimi ben seçmiştim.
(Dün kitabı tekrar elime aldım. Düşmeden bir gece önce 59 uncu sayfayı sonuna kadar okumuşum. Ayraç orada duruyor. Yukarıya aldığım satırın yanına kurşun kalemle çarpı işareti koymuşum. Ne tuhaf).
Bafa Gölü’nde kahvaltı yapmak istiyoruz. Ama hava serin ve rüzgârlı. Çeri’den vaz mı geçelim? Bir köy kahvesine mi gidelim? Hemen karar vermeyelim. Önce bir bakalım.
İyi ki bakmışız. Masalar hazırlanmış. Beyaz örtüler serilmiş. Ocakta kütükler yanıyor. Semaverin üzerindeki demlik, fokur fokur fokurduyor. Sofrada yok yok.
Arif Bey’e ve eşi Selma Hanım’a teşekkür ediyoruz. Kızları Hülya bize el sallıyor. Duygulanıyoruz.
Akhisar’daki Ramiz’e uğramadan geçiyoruz. Bir lokma yiyecek halimiz yok. Fena halde tokuz.
Yol boyunca güneş hiç yüzünü göstermedi. Gerçi gri bulutlar da güzeldi. Güzeldi ama güneş olmayınca renk de olmuyor.
İlk kez yol bana uzun geldi. Kendimi iyi hissetmiyorum. Ama yol arkadaşlarıma da belli etmiyorum. Bir benzin istasyonunda duruyoruz.
"Bir yalak olsa da ayaklarımı içine koysam" diyorum. Üç adım ötede. Bir lokantanın girişinde bir yalak var. Garsonlar koşturuyor. Bana bir sandalye veriyorlar. Oturuyorum. Ayaklarımı yalağın içine koyuyorum. Musluktan soğuk su akıyor.
Düş mü? Gerçek mi? İnanamıyorum.
Özdilek’te mola veriyoruz. Seviyoruz orasını. Biraz dolaşıyoruz. Dolaşırken dinleniyoruz.
Orhangazi’ye geldik. Yağmur yağıyor. “Kilo ile Satılan Köfte” ilanları dikkatimizi çekiyor. Yoksa acıktık mı? Köfteci Yusuf’un önünde arabadan iniyoruz. Yarım kilo köfte ısmarlıyoruz. Yanında salata, ayran, ekmek de var. İznik Gölü’nün kenarındaki muhteşemmiş. Orhangazi’deki orta sınıf.
Bir masada gelin ve damat oturuyor. Köfte yiyorlar. Hüzünleniyorum. Gelinliği ile köfte yediği için mi? O geceyi hep böyle hatırlayacağı için mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder