17 Mayıs 2010 Pazartesi

21.YOKSA KAZA "GELİYORUM" DİYOR MU?

Ve ben her 1 Mayıs günü o kazayı hatırlarım.
Yaşadıklarım yazdıklarımdan daha uzundur.

***
1968'de, Londra'daki Bakanlar Konseyi Toplantısı'na gitmeden önce, her zaman yaptığım gibi, cicianneme (Refika teyzeme) mektup yazdım. Nereye gideceğimi ne zaman gideceğimi ne kadar kalacağımı uzun uzun anlattım ve bir arzusu olup olmadığını sordum.

Ciciannem, her zaman yaptığı gibi hemen cevap verdi. Yurtdışına gideceğime çok sevindiğini, uçak Üsküdar'ın üzerinden geçerken gökyüzüne bakacağını, benim için okuyup üfleyeceğini, hiçbir arzusu olmadığını yazıyor ve bir de Üsküdar'daki mahalle komşumuz Perihan'dan mektup aldığını, beni sorduğunu, evinin ve durumunun müsait olduğunu, beni Lozan'a davet ettiğini, eğer gidersem çok memnun olacağını bildiriyordu. Kader ağlarını örmeye başlıyordu.

Seyahat etmesini severim. Yola çıkmadan önce büyük hazırlıklar yaparım. Gideceğim yerle ilgili bilgiler toplarım, bilenlere sorarım, notlar alırım. Benim için seyahat, evimin kapısında başlar. Çoğu insan için gittikleri yerde başlar. Böyle insanlar yol boyunca çok sıkıcı olurlar. Surat asarlar. Hiçbir şeyden memnun olmazlar. Hem kendilerini hem de etrafındakileri huzursuz ederler. Ben öyle değilimdir. Ben çantamı alıp evden çıktığım an seyahat havasına girerim.
'50'li yıllarda Ankara'dan Antalya'ya 21 saatte gidilirdi. Hem de ne koşullarda. Otobüsler kötü, yollar kötü, mola verilen yerler kötü. Ama ben gene de çok eğlenirdim.

CENTO'nun yılda bir kez yapılan Dışişleri Bakanları Toplantısı'nın hangi üye ülkenin başkentinde yapılacağı bir yıl öncesinden belli olurdu. Ben bir yıl hazırlık yapardım. Toplantı sonrasında nerelere gideceğimi, ne kadar kalacağımı, kimleri göreceğimi, neleri seyredeceğimi bilirdim. Benim bu seyahatlerimi annem de benimle beraber yaşardı. Gitmeden önce kurduğum hayallere katılır, gittiğim yerlerden gönderdiğim kartları saklar, dönüp geldiğimde anlattıklarımı ilgi ile dinler ve bana, "sen seyahate gitmelisin, seyahate" derdi.

1968'de, nedense, içimde seyahate gitme sevinci yoktu. Hem de Londra'ya gidiyor olmama rağmen. Son gece arkadaşlarım gelmişti. Onlara başıma bir kaza gelecekmiş gibi bir duygu içinde olduğumu söyledim.

Anneme, ben yokken nerede kalmak istediğini sordum. Annem kimsenin evinde kalmak istemezdi. Çoğunlukla orduevlerine giderdi. İstanbul'a gitmek istediğini söyledi. Ağabeyim Kasımpaşa Orduevi'nde anneme yer ayırttı. Londra dönüşü Avrupa'da çok kısa bir tatil yapacak, 1 Mayıs'ta Ankara'ya dönecek, ertesi sabah İstanbul'a hareket edecektim. Anneme Kasımpaşa Orduevi'nde buluşma sözü vermiştim.

Toplantı süresince, Perihan'ın davetini hiç düşünmedim. Genelde Paris ve Münih üzerinden Türkiye'ye dönerdim. Fakat bu kez iznimi kullanmak istemiyordum.
Çünkü ağustos ayında, dört haftalık bir kurs için Oxford'a gidecektim. İşte o zaman, aklıma Perihan geldi. Üç gün için, Lozan'a gidebilirdim. Bir kart yazdım. Telgrafla cevap verdi. "Çok sevindim. Uçuş sayını bildir, seni Cenevre Hava Meydanı'nda karşılayacağım." Ben de telgrafla cevap verdim. "Geliyorum." Kader ağlarını örmeğe devam ediyordu.

29 Nisan günü Perihan, kocası ve iki oğlu beni Cenevre Hava Meydanı'nda karşıladılar. Senelerce görüşmemiştik. Birbirimizle ilgili haberleri hep ciciannem aracılığı ile alırdık. Çünkü Perihan, İsviçre'den hep cicianneme yazmış ve her Türkiye'ye gelişinde cicianneme uğramıştı.

Perihan'lar Çerkez'di. Mahalleye sonradan gelmişlerdi. Neşeli bir aileydi. Kızlı erkekli eğlenirlerdi. Çalgı çalarlar, dans ederlerdi. Bu uygar yaşama biçimi ciciannemin hoşuna giderdi. Bazı eğlencelerine ciciannemi de çağırırlardı. O da giderdi. Her Çerkez gibi Perihan ve kardeşleri de güzel kızlardı. Babalarını hatırlamıyorum ama anneleri ve bir de erkek kardeşleri vardı. Perihan, bir doktorla evlenmiş ve Lozan'a yerleşmişti. Sonra sırasıyla kız kardeşlerini de Lozan'a aldırmıştı.

Cenevre Hava Meydanı'ndan doğru Lozan yoluna saptık. Perihan kocasına, "Keşke Cenevre'nin içinden geçerek gitseydik. Olcay'a orasını da göstermiş olurduk" dedi. Kocası da, "Olcay'ın gideceği sabah biraz erken çıkarsınız. Cenevre'den geçerek hava meydanına gidersiniz" dedi. Bu öneri kabul edildi. Yalnız kabul edilmekle kalmadı, programa da alındı. Kader artık ağını örmüştü.

Perihan'ın güzel bir evi, düzenli bir aile hayatı, iki tane de orta okul öğrencisi oğlu vardı. Kocası İsviçreli bir doktor ile birlikte muayenehane açmıştı. Zaten yabancıların başka türlü muayenehane açmalarına müsaade edilmiyordu.

Üç gün kaldım Lozan'da. Hem Lozan'ı, hem civarı gezdik. İki arabaları vardı. Biri yeni aldıkları BMW. Diğeri Volkswagen. Perihan bazen onu, bazen diğerini kullanıyordu. Çok iyi bir şofördü. Türkiye'ye tek başına gitmiş, 2000 kilometre yol yapmıştı.

Lozan'dan ayrılmadan bir gün önce Perihan beni Montreux'ye götürmek istedi. Çünkü kız kardeşi İlhan'ın kocası Mimar Mukadder Çizer Montreux'de bir otel yapmıştı. Bu otel Leman Gölü'nün kenarına dikilmiş bir gökdelendi. Halk, antik Montreux şehrine bir gökdelenin yakışmayacağını düşündüğünden önce karşı çıkmış, sonra beğenmiş, hatta giderek sevmişti. Perihan bu oteli bana göstermek istiyordu. Ben de görmek istiyordum. Çünkü Mukadder beyi Ankara'dan tanıyordum. Kısa boylu, şişman bir beydi. Parmağına çok büyük bir yüzük takardı. Bu adeta onun simgesiydi. Bilgili, görgülü ve kültürlü bir beydi. Eniştem Cevat Erbel'in meslektaşıydı. Montreux'den enişteme kart gönderdim.

Bu anıları yazarken, arşivime bakıyorum. İsviçre kutumda Cevat enişteme, anneme, Üveis dayıma, Leyla yengeme yazdığım kartlar var. Yazdığım tüm kartlara, "Yarın hareket ediyorum, bu kart elinize geçtiğinde ben çoktan Ankara'da olacağım" demişim. Demişim ama "İnşallah" demeyi unutmuşum.

Mukadder bey ölmüştü. İlhan matemdeydi. Montreux'ye gittiğimiz gün İlhan'ın misafir kabul günüydü. Beni de davet etmişti. Dönüşte uğradık. Türk kolonisinden hanımlar vardı. Benimle ilgilendiler.

Montreux'den küçük bir masa saati almıştım. Saat küçük değil, küçücüktü. Çok sevmiştim. Ama o kadar küçük saatin çalışıp çalışmayacağı hakkında şüphelerim vardı. Satıcıya, "Bu saat çalışır mı?" diye sordum. Bana, emin bir tavırla, "Madame bu bir İsviçre saati" demişti. Saat İsviçre saatiydi ama ertesi günü saatin başına neler geleceğini tabii ki satıcı bilmiyordu.

O gece son gecemdi. Aile sofrasında hoş vakit geçirdik. Ertesi sabah, 1 Mayıs sabahı, erken kalktık. Kahvaltımızı yaptık. Perihan'ın kocası o gün BMW'yi aldı. Biz Volkswagen'i. Eşyalarımı yerleştirdik. Perihan direksiyonun başına geçti. Ben yanına oturdum. "Hayırlı yolculuklar" dedim. Meğer Perihan bu temenniyi pek uğurlu saymazmış. Ne bileyim. Bilseydim söylemezdim. Hava güzeldi. Yol güzeldi. Dünya güzeldi. Biz güzeldik.

İsviçre'de de diğer Avrupa şehirlerinde olduğu gibi bir şehirden diğerine giderken hiç boş alana rastlanmıyor. Ya mahalleler ya sanayi tesisleri ya da ormanlık araziler birbirini kovalıyor. Her yer yemyeşil. İnsanlar çoğunlukla büyük merkezlerde oturuyor ve yol üzerindeki bu sanayi tesislerinde çalışıyordu. Bu nedenle trafik, şehir içi gibi, çok yoğun oluyordu. Hava güneşliydi. Güneş, karşıdan geliyordu. Perihan'a niçin gözlük takmadığını sordum ve kadınsı bir tavırla, "Sonra gözlerinin etrafı kırışır" dedim. Gülüştük.

Karayolu'na İngiltere'de Highway, Almanya'da Autobahn, İsviçre'de de Autoroute diyorlar. Yollar gidiş-geliş. Ortada refuj var. Refujun her iki tarafında da çim. Her yol üç şeritten oluşuyor. En dıştaki hızlı, ortadaki daha hızlı, en içteki en hızlı. Bu en içteki en hızlı yol kaideten değil ama nezaketen çok fazla işgal edilmiyor. Arkadan gelen arabalara da hız yapma şansı vermek için bir süre sonra orta yola geçiliyor. Biz en hızlı yoldaydık. Ve Cenevre'ye 27 kilometre vardı. Levhada böyle yazıyordu.

Gözlerimi açtığımda, autoroute'un kenarındaki çimenlerin üzerinde yatıyordum. Başımda insanlar vardı. Onlara Almanca, "Benim bir arkadaşım olacak" dedim. Onlar da biliyoruz anlamına başlarını salladılar. Peki ben nasıl Almanca konuşmuştum? Almanca bilmiyordum ki.

Üveis dayımla Leyla yengem, Kadıköy'de Kehribarcı Apartmanı'nda oturuyorlardı. Beni, bir yaz, yanlarına almışlardı. Ben, herhalde sekiz yaşlarındaydım. Yıllar sonra Ankara'da Goethe Enstitüsü'ndeki Almanca kurslarına kaydımı yaptırdığımda, Leyla yengem, "Çabuk öğreneceksin, bizde kaldığın yazı hatırlıyor musun, ben seninle Almanca konuşuyordum, sen de bana Almanca cevap veriyordun." demişti. Ben, üç ay süren o misafirlikten pek çok şey hatırlıyor olmama karşın Leyla yengemle Almanca konuştuğumuzu hiçbir zaman hatırlamadım. Kaza sırasında beynim sallanmıştı. Herhalde o sallantı sırasında Leyla yengemin öğrettiği Almancadan bir şeyler dökülmüştü.

Biraz sonra beni sedyeye aldılar ve bir cankurtarana taşıdılar. Saatime baktım, uçağın kalkmasına iki saat vardı. "Yetişebilirim" dedim. Ne kadar sonra hatırlamıyorum, cankurtaranın kapısı açıldı. Sedyede Perihan göründü. "Hayatını mahvediyordum" dedi. Perihan kanlar içindeydi.

Kaza anında arkamızdan gelen bir İngiliz sürücü, Autoroute üzerindeki telefondan, polise haber vermiş. Cenevre'den daha yakın olduğu için, Nyon polisi bize sahip çıkmış. O kadar sahip çıkmış ki, benim çantamdaki uçak biletimi bulmuş, okumuş, benim uçak yolcusu olduğumu anlamış, iki saat sonra uçağımın kalkacağını görmüş, Swissair'e telefon edip durumu bildirmiş. Ben, bu sayede, daha doğrusu o polisin sayesinde, dönüş uçak hakkımı kaybetmedim.

Gözlerimi tekrar açtığımda, bir odadaydım. Yüksekçe bir sedyede yatıyordum ve başımda beyaz gömlekli biri vardı. Ona, "İngilizce konuşuyor musunuz?" dedim. Beyaz gömlekli adam "hayır" anlamına başını salladı. Umutsuzca gözlerimi kapattım
Benim kanım, A gurubu Rh Negative (dce). Yani dünyadaki yüzde on beşlere dahilim. Bu tesbit Ankara'da yapılmıştı. Ağabeyim o tarihlerde Gölcük Deniz Hastanesi'nde Kadın Hastalıkları ve Doğum Mütehassısı olarak görev yapıyordu. Ve sadece kendi dalında değil, kan üzerinde de ihtisas sahibiydi ve hastanede Kan Merkezi kurmuştu. Kanıma bir de kendisi bakmak istedi. Aynı sonucu buldu ve bana bu asil kanım için bir kart verildi. Çok seyahat eden biri olduğum için bu kartla yetinmez, pasaportuma da kırmızı kalemle kan gurubumu yazardım. Başıma bir iş gelirse insanlar bilsin diye.

Eğer Doktor İngilizce konuşuyor olsaydı, kendisine bu "nadir" ve "çok hususi" kan grubumu söyleyecektim. Zira bana yanlış kan vermelerinden korkuyordum. Çünkü Türk'tüm ve Türk gibi düşünüyordum.

Ne kadar geçti bilmiyorum. Tekrar gözlerimi açtım. Yanımda, kısa boylu, biraz şişman, esmer, beyaz gömlekli bir adam duruyordu. Omuzuma parmağı ile dokundu ve yumuşak bir sesle "Madame, ben İngilizce konuşuyorum." dedi. Düşünebiliyor musunuz? Hastane, beni mutlu etmek için başıma İngilizce konuşan birini koymuştu. Ve bu bir belediye hastanesiydi. Cantonal Hospital. Doktor'a "kanım" dedim. O da "tamam" anlamına başını salladı. Ne kadar sonra bilmiyorum, tekrar gözlerimi açtım. Gene "kanım" dedim. Beyaz gömlekli adam "tamam" anlamına gene başını salladı.
Kim bilir ne kadar sonra tekrar gözlerimi açtım. Tam "kanım" diyecektim; beyaz gömlekli adam bana büyük bir karton gösterdi. Üzerinde siyah keçeli kalemle (A Rh-) yazıyordu. Çok sevindim. Kanımı doğru saptamışlardı. Artık ölmeyecektim.

Uyandığımda, başka bir yerdeydim. Bir karyolada yatıyordum. Sol tarafımdaki kapı aralıktı. Aralık kapıdan, yattığım yere doğru, ışık geliyordu. Ve bir hemşire belimi ölçüyordu. Aynı hemşire sabaha kadar belimi ölçmeye devam etti. Pencereden giren günün ilk ışıkları odayı aydınlatmaya başladı. Önce kendime "Neredeyim?" diye sordum. Sonra, bir gün öncesini hatırladım. Ben bir trafik kazası geçirmiştim. Başım çatlarcasına ağrıyordu. Herhalde komadan yeni çıkmıştım.

Aklıma ilk gelen gardrobumdaki manto ve elbiselerim, dolabımdaki çanta ve ayakkabılarım, şifoniyerimdeki çamaşırlarım oldu. "Ölecektim ve hepsi kalacaktı" dedim. Çünkü bir takıntım vardı. Aldığım yeni bir şeyi, hemen giyemezdim. Biraz bekletirdim. Hatta birazdan da fazla bekletirdim. Bu kazadan sonra, eskisine oranla, daha az bekletiyorum.

Benim beynim sallanmıştı. Kaburgalarım kırılmıştı. Böbreklerim kanamıştı. Yani tüm yaralarım içimdeydi. Tayyörüm ve kazağım delikti. Anlaşılan çarpışma sırasında arabanın içinde bir yere takılmıştım ve bu nedenle dışarı fırlamamıştım. Perihan'ın tüm yarası dışındaydı. Çünkü, onun kapısı açılmıştı. Ve o, refujun üzerinden yolun öbür tarafına geçmiş, çimlerin üzerine düşmüştü. Zürih, Cenevre ve Lozan gazeteleri ölmemiş olmamızı "Mucize" başlığı ile vermişti. Çünkü, autoroute üzerindeydik. Arkadan gelen arabalar isteseler de duramazlar, üzerimizden geçip giderlerdi.

Öğlene doğru bir doktor geldi. Dr. Steiner. Beni muayene etti. O koşullarda bile onun yakışıklı bir erkek olduğunu fark ettim. Yakışıklıydı ama, ben öğürürken hiçbir müdahalede bulunmuyordu. Aksine gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Ve ben ona çok kızıyordum. Ankara'ya döndüğümde Ağabeyime anlattım. Meğer o durumda hiç kimse hiçbir şey yapamazmış. Dr. Steiner'in yaptığı gibi seyredilirmiş. Çünkü bu beyin travmasının doğal bir sonucuymuş. Ben iki gün öğürdüm.

Üçüncü gün Dr. Steiner benim kakamı yapmamı istedi. Kendisine munkabız olduğumu, bünyemin bu duruma alışık olduğunu, merak edilecek bir durum olmadığını söyledim. Ama Dr. Steiner hiç öyle düşünmüyordu. Eğer normal yoldan yapmazsam, müdahale etmek zorunda kalacaklarını söyledi. Ben korkudan, müdahalesiz, hemen yapıverdim. Doktor ve hemşirelerle beraber ben de oturağa baktım. Gördüğüm manzara korkunçtu. Oturak kıpkırmızıydı. Kan işemiştim.

Perihan hastanenin başka bir bölümünde yatıyordu. Kocası aracılığı ile haberleşiyorduk. Polis hem onu hem beni sorguladı. Perihan'a kazanın olduğu 1 Mayıs günü gitmiş. Perihan, "Bugün benim doğum günüm" deyince, polis özür dilemiş ve bir başka gün geleceğini söylemiş. Bana üç gün sonra geldi. Polise o gün havanın güneşli olduğunu, işaret levhasında "Geneve 27" yazısını gördüğümü, ondan sonrasını hatırlamadığımı, bunun için de çok üzüldüğümü söyledim. Polis doğru söylediğime inandı. Başka soru sormadı. Askerce selam verdi. Bir daha da gelmedi.
Ben hâlâ o son on dakikayı hatırlamıyorum. Yalnız, yıllar sonra, bir gece rüyamda, direksiyon başında panik halinde bir kadın gördüm. Acaba o kadın Perihan mıydı?

Komadan çıktıktan sonra, hastane yetkililerinden Bern Büyükelçiliği'ne haber vermelerini istedim. Aynı gün Cenevre Başkonsolosluğu'ndan bir memur geldi. Büyükelçinin emri ile geldiğini söyledi. Ben de kendisinden Dışişleri Bakanlığı'nda Genel Müdür Celal Akbay'ın dikkatine bir mesaj göndermelerini ve Celal Akbay'ın da CENTO Teşkilatı'na bilgi vermesini rica ettim. Perihan'ın kız kardeşi İlhan da, kazanın olduğu günün gecesinde İstanbul'a telefon ederek ağabeyime haber verdi.

Kazanın dördüncü günü Perihan'ın kocası beni ve karısını Lozan'a götüreceğini söyledi. Çünkü, İsviçre'de araba kazası yapmanın büyük cezası vardı. Belki Perihan suçluydu. Belki ehliyetini geri alacaklardı. Perihan'ı haklı çıkaracak olan raporu almak ancak kocasının çevresi olan Lozan'da mümkün olabilecekti. Ben Lozan'a geri gitmek istemiyordum, çünkü o kaza yerinden bir daha geçmek istemiyordum. Ayrıca o kaza yerinden yalnız Lozan'a giderken değil, uçağa binmek için Cenevre'ye dönerken de geçecektim.

Başkonsolosluk'tan gelen bey, Türkiye'ye dönme zamanı geldiğinde bana yardımcı olacaklarını söylemişti. Tedavim Cenevre Belediye Hastanesi'nde yapılır ve ben Cenevre'den doğru Ankara'ya dönebilirdim. Ama Perihan'ın kocası ve İlhan çok ısrar ettiler. Çok ağladım, gitmek istemiyorum diye. O kadar çok ağladım ki, hemşireler başta olmak üzere odadaki hastaları da ağlattım. Sonunda Dr.Steiner'e sığındım. "Beni göndermeyin" dedim. Dr.Steiner, "Sizi götürmek isteyen bir doktor. Ayrıca sizi cankurtaranla götüreceğini söylüyor. Hastanemiz bu güvence ile sizin gitmenize müsaade ediyor. Ben mani olamam. Ama, eğer siz gitmem derseniz, ancak o zaman, sizin doktorunuz olarak, gitmenize engel olabilirim" dedi. Dr.Steiner'e, "Ben gitmem diyemem, çünkü kaza benim yüzümden oldu. Eğer ben Lozan'a gelmeseydim, o beni Cenevre hava meydanına götürmeyecekti" dedim. Dr.Steiner "hayır" anlamında başını salladı. "She was driving" dedi. Batılı işte böyledir. "Arabayı o kullanıyordu" der ve hiçbir duygusallığa kapılmaz.

Beni cankurtarana bindirdiler. Sırtüstü yatırdılar. Bağladılar. Gözlerimi sımsıkı kapattım. Kaza yerini görmemek için. Sanki kaza yerini görsem tanırmışım gibi. Acaba yüzüm mü pembeleşmişti? Çünkü şoför, "Madame camı açayım mı?" dedi. "Aç" dedim. Acaba üşüdüm mü? Çünkü şoför, "Madame, camı kapatayım mı?" dedi. "Kapat" dedim. Bunu yol boyunca birkaç kez tekrarladık. Ben Fransızca bilmiyordum. O İngilizce konuşmuyordu. Ama anlaşıyorduk.

Lozan'daki Belediye Hastanesi'nin (Hospital Cantonal) Chirurgie Kliniği'ne yatırıldım. 12 kişilik bir koğuştu. 12 hasta bakıcımız vardı. Yani herkese bir hasta bakıcı. Bir de hemşiremiz.

Hasta bakıcılar, dünyanın her tarafından gelmiş, 20 yaşın altında, güzellik yarışmalarında birinci seçilebilecek kadar güzel kızlardı. Hepsi çok güler yüzlü, çok sevecen, çok yardımseverdi. Ellerinden bir bardak su içmeye kıyamayacağınız bu güzel kızlar, altımızdan, hiç yüksünmeden, pisliklerimizi alıyorlardı. Çok üzülürdüm.

Koğuşun ortasında kocaman bir masa vardı. Büyük tencerelerle gelen yemekler bu masanın üzerine konur ve bu güzel kızlar yemekleri tabaklara boşaltır, tepsi içinde bizlere servis yaparlardı. Onlar aşağı katta ayrı bir yerde yemeklerini yerlerdi. Bizim yemeklerimizden değil yemek, tatma hakları bile yoktu. Hiç içime sinmezdi. Yemek boğazıma dizilirdi.

Tepsinin bir tarafında renkli, küçücük, plastik kaplar olurdu. İçlerinde ilaçlarımız dururdu. O kadar çekici bir görüntüleri vardı ki, en ilaç sevmeyen bile, iştahla bu ilaçları içebilirdi. Bu küçük nesnelerden, başhemşirenin müsaadesi ile aldım. Yanımda getirdim. Ağabeyime verdim. Tıpkısını yaptırsın diye. Tepsinin diğer tarafında sabunlu sıcak bezler dururdu. Ağzımızı, elimizi silmek için. Tekrar ediyorum burası bir belediye hastanesiydi.

Sabahları mavi gömlekli, mavi bonolu, kırmızı eldivenli bir hanım gelir, yerleri silerdi. Koğuş misler gibi kokardı. Herkes birbirine "bonjour" derdi. Gün boyu bu "Günaydın" sürerdi. Karyolalar tekerlekliydi. Röntgen çekimi veya diğer gerekli durumlarda, hastabakıcılar bizleri yatağımızdan indirmeden, koridorlarda götürür, asansöre bindirir ve sonra tekrar odamıza getirirlerdi. Türkiye’de henüz böyle şeyler yoktu. Bunlar beni şaşırtırdı.

Başucumuzda perde vardı. İstediğimiz zaman hemşire bu perdeyi çekerdi. Hasta özel odada yatar gibi kendisiyle baş başa kalırdı. Gece bir Alman hemşire, 12 hastayı uykuya hazırlardı. Önce herkesin başucunda duran çiçekleri balkona çıkartır, sonra her birimizi sabunlu bezle silerdi. İki küçük, bir büyük havlumuz, bir sabunumuz, bir de küçük leğenimiz vardı. Bütün gün yatmaktan batan yatak, o küçücük temizlikten sonra yumuşacık olurdu. Bu Alman hemşire, ilk gece, beni temizledikten sonra, kulağıma eğildi; eğer ihtiyacım olursa kendisini çağırabileceğimi söyledi. Çok duygulandım.

Benim doktorum bir Yunanlıydı. Bana tetanos yapacaklarını söyledi. Ödüm koptu. Ne kadar yanlış eğitilmiştik. Çocukluğumuzdan beri, "Aman dikkat et sonra tetanos iğnesi olursun" diye hep korkutulmuştuk.

"Yaptırmam" dedim. Doktor parmağı ile, masaya vurur gibi, yorganıma vurdu, "Madame, bu hastaneye tetanossuz hasta giremez" dedi. Hemen aklıma bir cinlik geldi. "Cenevre'deki hastaneye geldiğimde komadaydım, belki orada yapmışlardır" dedim. Yunanlı doktor, hemşireye döndü "Telefon edin" dedi. Nasıl bir düzense, beş dakikada yanıt geldi. Orada tetanos yapılmamıştı.

Benim için doktorların bir kısmı ameliyat yapalım, diğer bir kısmı da yapmayalım demiş. Eğer hastanenin doktorları kendi aralarında ihtilafa düşerlerse, dışarıdan bir doktor davet ediyorlarmış ve o ne derse onun dediği oluyormuş. Gelen Doktor, "Ben sizin ameliyat olmanıza gerek görmüyorum" dedi. "Sizin üç sorununuz var: Beyniniz, kaburgalarınız ve böbrekleriniz. Bu üç uzvunuz da kendi kendini tedavi edecek uzuvlardır. Yalnız, ben size seyahat müsaadesi vermiyorum. İki haftalığına sizi Leysin'e göndereceğiz. Orada dinleneceksiniz. Daha sonra, doktorlar müsaade ederse, uçakla olma koşulu ile Türkiye'ye döneceksiniz. Bir de, hiç ağır bir şey taşımayacaksınız, el çantanızı bile" dedi. Bu doktor, İstanbul Üniversitesi, Tıp Fakültesi'nden mezun, Üveis dayımın öğrencisi, bir musevi vatandaşımızdı. Arşiv kutumda herkesin adı var. Bir onun ismi yok.

Hastane, her gün, öğleden sonra 14.00 - 15.00 arası ziyaretçilere açıktı. Pazar günleri ise polisler, itfaiyeciler, çiçekçiler, halktan gençler ziyarete gelirdi. Bu gelen insanlar, hastaları karyolaları ile hastanenin bahçesine çıkartır, onları açık havada gezdirir, küçük hediyeler verirlerdi. Benim de ziyaretçilerim oldu. İlhan'ın kabul gününde tanıştığım Türk hanımlar, Perihan'ı ziyaret ettikten sonra bana da uğradılar. Sevindim. Bir gün de Perihan tekerlekli iskemlede beni ziyarete geldi. Başka bir gün de hemşire beni Perihan'a götürdü, tekerlekli iskemlede.

İsviçre'de herkes çok uzun yaşıyor. Bu nedenle, kaldırıma çıkarken veya kaldırımdan inerken orasını-burasını kırıyor. Bir de çok trafik kazası oluyor. Benim yattığım koğuş kırığı, çıkığı bol bir koğuştu. Sabaha kadar inlerlerdi. Kendi derdimi unutur onlar için üzülürdüm.

Ancak çok yakınımdaki hastalarla konuşabiliyordum. Onlardan biri sağ yanımda yatıyordu. Soylu bir hanımdı. Lozan'ın civarında şatosu vardı. Güzel bir ahbaplığımız oldu. Ayrılacağı gün, "Ben bugüne kadar ne trende, ne otelde, ne de hastanede hiç kimse ile birlikte oldum. İlk defa bir koğuşta yattım ve sizin gibi birini tanıdım. Bundan sonra hep insanlarla beraber olacağım" dedi. Bir süre mektuplaştık. Beni, ısrarla, şatosuna davet etti. Gidemedim. Çünkü o kazadan sonra İsviçre'yi seyahat listemden çıkarttım. Sanki onun bir suçu varmış gibi.

Leysin'e gitmek istemiyordum. Çünkü tekrar cankurtarana binecek ve gene bir kara yolculuğu yapacaktım. Koğuştaki hastalar bana biraz şaşıyorlardı. Çünkü onlar Leysin'e gitmek için can atıyorlardı. Sonunda doktorlara teslim oldum ve Leysin'e gitmeği kabul ettim.

Soldaki büyük beyaz bina tedavi gördüğüm Beau - Site. Bu kartı anneme göndermişim. Yazdıklarımın hepsi yalan. Aslında  hem moral hem de fizik açıdan büyük çöküntü içerisindeydim. Ama annemi üzmek istemiyorum.






Clinic Beau – Site, hastane ile otel arası bir yerdi. Beni kapıda, İngilizce konuşan, bir hemşire (Sister) karşıladı. "Hoş geldiniz” dedi. Ve “Size nasıl bir oda vereceğimizi çok düşündük. Tek kişilik bir odada sıkılabilirdiniz. Çift kişilik odaların içinde ise size göre tek bir oda vardı. Bu odada çok hoş, aşağı yukarı siz yaşta ve biraz İngilizce bilen Madame Irma kalıyor. O odada karar kıldık. Memnun kalacağınızdan eminiz" dedi.Daha ben Leysin'e gelmeden, kimliğim öğrenilmiş ve ona göre tedbir alınmıştı.
İrma ve ben. Leysin, 1968.

Irma dünya güzeli bir kadındı. Uzun zamandır Leysin'deydi. Rehabilitasyon Merkezi'nde tedavi görüyordu. Günlerdir başım yıkanmamıştı. İrma'dan rica ettim. Beni iskemleye oturttu ve lavaboda saçlarımı yıkadı. Ben İrma'yı nasıl unuturum. Bir süre yazıştık. Son yazdığıma cevap gelmedi. Dilerim ihmalinden yazmamıştır. Öyle güzel bir insanın ölmesini istemem.

Leysin 1250 - 2200 metre yükseklikte spor ve tatil yeri. Montreux'ye bir saat, Lozan'a bir buçuk saat, Genevre'ye iki saat mesafede. Etrafı dünyaca ünlü kayak merkezleri ile dolu. Evler, bahçeler ve ağaçlar. Duvarların içinden fışkıran rengarenk çiçekler. Elimde bir kart, bir de broşür var. Çiçeğin bu kadar çok çeşidi olur mu? Demek ki oluyormuş.


İsviçre'nin dağ çiçekleri. 


Çok zor yürüyordum. Hatta yürüyemiyordum. Leysin'e gelmeden iki gün önce bacaklarıma bandajlar sarmışlar, bana yürümesini öğretmişlerdi. 20 gün yatan bir insanın ayağı kalkması ne demek? Başım dönmüş, midem bulanmıştı. Leysin'de her yer yokuştu. Düşmekten korkuyordum. Kaymaktan korkuyordum. Ama yürümeğe mecburdum. Tanrı'ya yalvarırdım, bana güç vermesi için.

Leysin'de Amerikan Koleji vardı. Onun için olsa gerek otobüslerle Amerikalı turistler gelirdi. Hepsi bin yaşındaydı. Ben daha 40 yaşındaydım. Çoğunlukla İrma ile balkonda otururduk. Beyaz bulutlar o kadar aşağı inerdi ki onları tutmak için ellerimi uzatırdım. Çok güzel kartlarım, İrma ile çekilmiş resimlerim var. İki hafta kaldım Leysin'de. Her ayrılık gibi o ayrılık da acı vermişti.

Perihan ve kocası gelip beni aldılar. Bir gece onlarda kaldım. Yalnız kaldığımızda kendisine kazanın nasıl olduğunu sordum. Bunu kendim için sormadım. Celal (Akbay) bana bunu sorardı ve bilmiyorum dersem çok kızardı. Perihan'a bu nedenle sorduğumu söyledim.

Cenevre'ye 27 kilometre kala hava güneşliydi. Ben böyle hatırlıyorum. Halbuki hemen bir yağmur bulutuna girmişiz. Arkamızdan çok büyük bir araç geliyormuş. Perihan bu büyük aracın bizi altına almasından korkmuş. Yanımızda da bizimle flört eden bir araba varmış. Bizimle aynı süratte gidiyormuş. Perihan arkadan gelen arabadan kaçmak için yan şeride geçmek istiyormuş ama, flörtümüz buna müsaade etmiyormuş. Burada en alınmayacak kararı almış. Gitmiş refuja bindirmiş.

Tabii işin aslı böyle olamazdı. Doğrusu. Yağmur yağmaya başlamıştı. Biz en süratli şeritte gidiyorduk. Yerler ıslaktı. Direksiyona hakim olamadı. Kaydı. Ve refuje bindirdi. Zaten beni ilk gördüğü an, "Hayatını mahvediyordum" demişti.

Lozan'daki Belediye Hastanesi'nden Leysin'e hareket etmeden önce Dr. V.Barrelet bana bir rapor verdi. Halbuki ben yalnız rapor değil röntgenler ve tahliller dahil her şeyi istiyordum. Dr. Barrelet, "Bunu yapamam, sizin doktorunuza karşı çok ayıp etmiş olurum, çünkü her ikimiz de tıp tahsil etmiş insanlarız. Ben raporumda durumu anlattım. O anlar" dedi. Bana bir de mektup verdi. Bu mektubu seyahat edeceğim hava şirketine verecektim. Mektupta, meydandan uçağa tekerlekli iskemlede gideceğim, el çantamı da hostesin taşıyacağı yazılıydı.

Son gece Perihan'a, Lozan'dan Cenevre'ye trenle gitmek istediğimi söyledim. Kabul etti. Sabah erken kalktık. Bana bir taksi çağırmasını ve Fransızca konuşmadığım için şoföre durumumu anlatmasını, şoförün de eğer mümkünse, beni İngilizce bilen bir hamala emanet etmesini, kendisine iyi bir bahşiş vereceğimi de söylemesini rica ettim.

Şoför beni tren istasyonuna götürdü. Bir hamala teslim etti. Hamal çat-pat İngilizce konuşuyordu. Bana da zaten o kadarı lazımdı. Aksi gibi tren ikinci perondan kalkacaktı. Yani ben önce bir merdivenden aşağı inecek, sonra başka bir merdivenden yukarı çıkacaktım. Hamalın koluna girdim. Çok zor yürüyordum. İki kattım. Doğrulamıyordum. Adamcağız halimden anladı. Merdivenleri çok yavaş indik, çok yavaş çıktık. Beni bir banka oturttu. Sonra bana, "Burada otur. Ben başka müşterilerin de eşyalarını alacağım. Sakın korkma. Tren gelince senin yanında olacağım. Seni yerleştireceğim" dedi. "Korkma"yı iki kere tekrarladı. Çünkü benim bavullarımı indirmedi. Arabanın içinde bıraktı. Diğer müşterilerin bavullarını da yanına koyacaktı. Tren geldi. Hamal da geldi. Beni yerleştirdi.

Tren kalktı. Ben hamala sormayı akıl edememiştim. Acaba Cenevre istasyonu bir ara istasyon muydu, yoksa son durak mıydı? Son duraksa mesele yoktu. Hamal bulur eşyalarımı aşağıya indirtirdim. Ama eğer ara istasyonsa onları nasıl indirecektim. Çünkü, tren ara istasyonlarda ancak bir-iki dakika duruyordu. Biraz tedirgin oldum. Gözlerimle etrafı taradım. Şöyle yağız bir delikanlı aradım. Olur ya, trende, bir Türk işçisi, bir Anadolu çocuğu olabilirdi. Ama yoktu. Tam karşımda bir bey oturuyordu. Bazen göz göze geliyorduk. Ama o bir Türk işçisine benzemiyordu. Gerçi esmerdi ama, çok şık giyinmişti. Bavulları da çok şıktı.

Ben göz göze gelmemizden cesaret alarak, Cenevre istasyonunun durumunu sordum, İngilizce. O da bana, İngilizce cevap verdi. Cenevre son durakmış. Rahatladım. Merdivenleri çıkarken görmüş beni. Hamal beni perondaki banka oturturken ben çok zorlanmışım. Merak etmiş. Acaba neyim varmış?
Konuşmaya başladık. Kızı İsviçre'de okuyormuş, onu ziyarete gelmiş. Şimdi Cenevre'ye gidiyormuş. Uçakla Zürih üzerinden İstanbul'a gidecekmiş.

Ben de.
O İstanbul'da kalacakmış.
Ben?
Ben mi? Ben Ankara'ya devam edeceğim.
Niçin?
Çünkü Ankara'da oturuyorum.
Ne yapıyorum Ankara'da.
Çalışıyorum.
Nerede?
CENTO'da.
O İstanbul'da ticaret yapıyormuş.
Efendim?
Siz?
Evet! Türk'üm.
Ben, ben de.
Bir kahkaha.
Herkes bize bakıyor.

Gerçekten çok yardım etti bana. Hatta, İstanbul'da inecek olmasına rağmen, beni Ankara'ya kadar götürmek istedi. Çok teşekkür ettim. CENTO'nun beni Esenboğa'da karşılayacağını, hatta ağabeyimin bir kongre nedeniyle Ankara'da olabileceğini ve karşılamaya gelme ihtimalinin olduğunu söyledim. Eskiden gazetelerin, ciddi dedikodu sütunları vardı. Uzun müddet adını o sütunlarda görürdüm. Ama şimdi hatırlamıyorum.

İsviçre'de de diğer batı ülkelerinde olduğu gibi herkesin sosyal güvencesi var. Ya devlet ödüyor ya da bağlı olduğu özel sigorta şirketi. Acaba benim hastane masraflarımı kim ödeyecekti? Bu kaza, benim tatilim sırasında olmuştu. CENTO'dan bir talepte bulunamazdım. O tarihte, biz CENTO'da çalışanlar, SSK kapsamında değildik. Ben, 20 yıl sonra emekli maaşı almak umudu ile TAM Sigorta'ya özel bir sigorta yaptırmıştım. Ödediğim primin içinde kaza ve ölüm başta olmak üzere her şey vardı. Kazadan sonra TAM Sigorta'ya başvurduğumda bana bir şey ödeyebilmeleri için vücudumun yüzde 90'ını kaybetmiş olmam gerektiğini söylediler. Acaba ben geriye kalan yüzde 10 ile nasıl yaşayacaktım? Hadi diyelim ki yaşadım. Acaba verecekleri para vücudumun yüzde 90'ını tamir ettirmeye yetecek miydi? Tabii bu soruları sormadım. Ama Türkiye'ye döner dönmez ilk işim TAM Sigorta'dan ayrılmak oldu.

Perihan'ın kullandığı Volkswagen'in sigortası yoktu. Çünkü onu sadece Lozan'ın içinde kullanıyorlardı. O zaman biz Cenevre'ye niye sigortası olan BMW ile değil de sigortası olmayan Volkswagen ile gitmiştik. Tabii bu soruyu da sormadım. Kimseye soru sormuyordum ama bilmek de istiyordum, benim hastane masraflarımı kim ödeyecekti? İsviçreliler sigortalı olmalarının verdiği güvence ile yataklarında rahat yatarken ben bir de bunun için üzülüyordum.

O tarihlerde Mehmet Baydar CENTO Genel Sekreter Yardımcısı, Mutlu Clark Personel Müdürü'ydü. Çok uğraştılar. Hele o Mutlu'cuğun bana yazdığı mektupların satır aralarından onun o merdivenleri günde kaç kere inip-çıktığını görür gibi olur bir de bunun için üzülürdüm.

Sonunda İsviçreliler işi kılıfına uydurdular. Soyadlarımız ayrı olduğu için, bana dışardan bir insan muamelesi yaptılar. Araba kaza yapmış olmakla bana zarar vermiş oldular. Sigorta bana tazminat ödemeye karar verdi.

Bu arada, Perihan'ın kocası, sigortadan iyi bir para alabilmeleri için, CENTO'dan aldığım maaşın belgesine de ihtiyaçları olduğunu söyledi. Bununla da yetinmedi eğer CENTO'nun dışında özel şirketlere iş yapıyorsam, bunu da belgelediğim takdirde sigortadan daha çok para alabileceklerini ima etti.

CENTO bana, "Her ay şu kadar İngiliz Lirası maaş alıyor" diye bir belge verdi.
Bazen, mesai saatleri dışında, sevgili Yunus Buğra'nın Kızılay'da, Gima'nın üzerindeki Gökdelen'in yedinci katındaki özel bürosunda çalışırdım. Yunus bey ricam üzerine, yaptığım işe karşılık ödediği paralar için bana bir belge verdi. Ben bu belgelerin tümünü Perihan'lara verdim. Bu belgeler yalnız benim değil, Perihan'ın da hastane masraflarını karşılamış olmalı.

Kazadan sonra iki yıl hiç kara yolculuğu yapmadım. Sonra otobüste kendime bir yer buldum. Sağ tarafta, beşinci sırada, 19 numaralı koltuk. Yıllarca orada oturdum.

Kaza sırasında arkadaşlarımdan çok güzel mektuplar aldım. Gülten (Akbay), Mutlu (Clark), Serap (Ekin), Mahinur (Saru) ve Varol (Özkoçak) beni yüreklendirici şeyler yazdılar.

Türkiye'ye döndükten sonra Dr.Steiner'e mektup yazdım. Kendisine ve onun şahsında Cenevre Belediye Hastanesi'ndeki tüm doktorlara ve özellikle koma halinde geldiğim Acil Servis'te beni yaşatmak için uğraş veren, adlarını bilmediğim insanlara, teşekkür ettim. Ayrıca, Cenevre ve Lozan Hastanelerindeki hemşirelere, Leysin'de beni kapıda karşılayan hemşireye ve oda arkadaşım sevgili İrma'ya hediyeler gönderdim. İsviçre kutum, onlardan gelen kartlarla dolu. Bazıları Türkiye'ye tatile geldi. Beni aradılar. Birlikte olduk. Bazıları kendileri gelemedi arkadaşlarını gönderdi. Onları ağırladım.

1976 Yılında Cenevre Belediye Hastanesi'nin Üroloji Kliniğinden bir mektup aldım. Kazadan tam sekiz yıl sonra. Bir araştırma yaptıklarını, 1968 yılında, sağ böbreğimden bir kaza geçirdiğim için halihazır Arteriel tansiyonumu çok acele bildirmem isteniyordu. Hemen Dr. Faruk Esiner'e gittim. Tansiyonumu ölçtürdüm:

12/7,5 idi. Derhal bildirdim.

1983'de, yerleşmek üzere, Ankara'dan İstanbul'a geldiğimde, herkese yeni adresimi gönderdiğim gibi, Cenevre Belediye Hastanesi'ne de gönderdim. Eğer, bir gün, gene bir araştırma yaparlarsa beni kolay bulsunlar diye.

1985 yılında, yani kazadan 17 yıl sonra, belimde ağrılar hissetmeye başladım. Önce romatizmadır diye aldırmadım. Ama ağrılar giderek arttı. Kabataş'ta oturuyordum. Gümüşsuyu Askeri Hastanesi'ne gittim. Operatör Dr. Bülent Eralp beni muayene etti. "Siz hiç düştünüz mü" dedi. "Hayır" dedim. Sonra hatırladım. Ben bir trafik kazası geçirmiştim. Giderek ağrılarım daha da arttı. Yürüyemez oldum. Önce baston kullandım. Sonra tekerlekli iskemle. Ve 2001 yılında sağ kalçamdan, 2006 yılında sol kalçamdan protez ameliyatı oldum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder