20 Kasım 1990 Salı

36.1 MENİNGO ANSEFALİT

Benim birçok tanıdığım Akçakoca gibi Amasra gibi tatil yerlerinin tadına varınca kıyı kentlerde yazlık sahibi olma hevesine kapıldı. Kurulan kooperatifler bu masum arzuların gerçekleşmesinde etken oldu. Dostlarım benim de bir yazlık sahibi olmamı istediler. Akıllar verdiler, yol gösterdiler, aracı oldular. Ben her seferinde, “ben büyük şehir insanıyım, küçük yerlerde yaşayamam” dedim. İçtenlikle.

Aradan zaman geçti. Bir gün hastalandım. 1974 yılının Ocak ayının son günleriydi. CENTO’da çalışırken, belimden başıma doğru sıcak bir alev çıktı. Fenalaştım. Beni eve gönderdiler. Yüksek ateşle iki hafta yattım. Grip tedavisi gördüm. Hastalandığım gün, annem üç aydır zatürreeden yatıyordu. Ama analık işte. Beni ateşler içinde görünce yataktan kalktı ve 35 gün geceli-gündüzlü baktı.

Benim hasta olmama alışık olmayan CENTO çok üzüldü. Anneme bir araba tahsis etti. Her sabah saat 11.00’de şoför geldi annemin siparişlerini aldı ve getirdi.

Annem ancak beni ovmaya ve bana perhiz yemeği pişirmeğe yetişebiliyordu Bu nedenle bir de telefona koşamıyordu. CENTO’dan rica etti. Her gün bir kişi telefon etti. Benim sağlık bültenim o kişi tarafından meraklılarına duyuruldu. Annem tüm arkadaşlarıma misafir kabul etmediğini ilan etti. Çünkü telefon gibi kapıya da yetişemiyordu.

İkinci haftanın sonunda, annemin de doktoru olan sevgili Burhanettin Tezel, “Olcay bu iş artık benden çıktı, seni bir nörolog görsün” dedi. Burhan’ın bunu dediği gün, ben duvarda yürüyen kara böcekler, tavanda gerilmiş siyah balık ağları, yatağımın yanında buzdan yapılmış çiçekler görüyordum. New York’ta yaşayan ağabeyimin sınıf arkadaşı, Beyin Cerrahı, Dr. Zeki Ayhan Uygur’un ifadesiyle imagination (hayal görme) başlamıştı.

Aynı gün ilacımı yutmak için su içerken, su ağzımın kenarından aşağıya aktı.
O sırada ağabeyim İstanbul’dan telefon etmişti. Durumu anlattım. “Islık çal” dedi.

Çalamadım. Sağ yüzümün paralize olduğu anlaşıldı. Evet! Bana bir nörolog lazımdı. Lazımdı da nereden bulacaktım?

CENTO’da birlikte çalıştığım sevgili Alev Kınıklı, Genelkurmay Başkanı Org. Semih Sancar ve ailesinin yakın dostu idi. Sancar ailesinin oğlu bir grip geçiriyordu. Yalnız biraz değişik bir gripti. Örneğin delikanlı ayağa kalktığı zaman iskambil kağıdı gibi devriliyordu. Bir türlü teşhis konamıyordu. Sonunda Org. Sancar’ın eşi Vefika hanım, kız kardeşini, oğlunu ve bir doktoru yanına alarak İngiltere’ye gitti. Alev bana hemen her gün bu hastalığın seyrini anlatıyordu. Ben ilgiyle dinliyor, ayrıca çocuğun haline de çok üzülüyordum.

Biz tam onların İngiltere’den döndükleri gün bir nörolog aramaya başlamıştık.
O akşam Alev Org. Semih Sancar’ların evine gittiğinde aile ile birlikte İngiltere’ye giden Prof. Dr. Nihat Balkır da oradaymış. Alev benim durumumu anlatmış. Çünkü Sancar ailesinin oğlunun durumu ile benim durumum arasında bir benzerlik vardı. Ben de ayağa kalktığımda iskambil kağıdı gibi devriliyordum.

Prof. Balkır, “Oktay benim arkadaşım, ben onun kardeşiyle hiç ilgilenmez miyim” demiş. Alev, daha o gece bize müjdeyi verdi. Biz acaba ne zaman gelir diye merak ederken ertesi günü kapı çalındı. Prof. Balkır geldi. Prof. Balkır, Gülhane Askeri Tıp Akademisi Nöroloji Kliniği Direktörü idi. Beni güzelce muayene etti ve “muhtemelen virütik bir Meningo Ansefalit. Beyin ve beyin zarlarını tutmuş. Hastalık nekahet devrine girmiş. Yüzünüzün de sekel (iz) bırakmadan düzeleceğini kuvvetle ümit ediyorum “ dedi.

Tabii Prof. Balkır’ın geldiği gün hastalığın nekahet devrine girmiş olmasının nedeni, Dr. Burhanettin Tezel’in iki hafta süren çok başarılı grip tedavisiydi. Burhan’ın diğer bir başarısı ise bizi bir nörolog bulmamız için uyarmış olmasıydı. Böylece ben iyi bir doktorun tedavisinden diğer iyi bir doktorun tedavisine hiç zaman kaybetmeden geçmiş oldum. Prof. Balkır benim beyin gribi hastalığımı, Neuvitan, Bekaljin L ve Dekort ilaçları ile iki haftada kontrol altına aldı.

Yüzümün durumuna çok üzülüyordum. Annem üzülmesin diye gizli gizli ağlıyordum.
Annem, kendisinin de aynı şeyi yaptığını “gözünün yaşını içine akıttığını” ben iyileştikten çok sonra söylemişti. Hiç aynaya bakmadığım halde, görüntümün çok çirkin olduğunu biliyordum. Çünkü, yemek yerken ağzım sağa sola kayıyor ve dilim lokmayı döndüremiyordu. Sanki karşımda biri varmış da o çirkin manzarayı görecekmiş gibi ağzımı kağıt peçeteyle kapatıyordum. Bu durumda bile, “böyle yaşamaktansa ölmek daha iyidir” demedim. Aksine içinde bulunduğum durumla yaşamanın yollarını aradım. Sonunda buldum. CENTO’nun resmi yemek davetlerini kabul etmeyecektim.

Ayrıca, ben kim oluyordum da, “büyük şehir insanıyım, küçük yerlerde oturmam” diye kocaman laflar ediyordum. İsviçre’de geçirdiğim trafik kazası ve bu kez geçirmekte olduğum beyin gribi, hayatın pürüzsüz geçmeyeceğini gösteriyordu. Kim bilir başıma daha neler gelecekti.

Ayağa kalkınca ilk işim Demre’de arsa olmak oldu. Türkiye’nin, o yıllarda, en uçsuz bucaksız, hatta yolsuz bir yerinde geleceğimin temellerini atacaktım. Ama insan kararlarını, çoğunlukla, içinde bulunduğu ruh halinin tesiriyle alıyor. Bir süre sonra o ruh hali uçup gidiyor. O büyük kararlar da anlamını yitiriyor. Başkalarında da böyle mi oluyor bilmiyorum. Ama bende böyle oldu. Akçakoca anılarda kaldı. Bir sahil kasabasında herkesten ve her şeyden uzak olma kararı Demre’de, daha başlamadan, bitti. Hayatı dolu dizgin yaşama arzusu Bodrum’da gerçekleşti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder