Gerek Sevinç (Karasapan Soysal), gerek Suzan (Acar) Tammer her Edibe hanıma gidişlerinde beni de götürürlerdi. Zaman içinde dost olduk.
İnşaat sırasında Edibe hanım deneyimleriyle bana çok yardımcı oldu.
Her sorduğum soruya doğru yanıtlar verir, akıllı çözümler önerir, dolayısıyla beni rahatlatırdı.
Bazen de kulağıma eğilir, "siz bunu isterseniz bir de Ahmet'e sorun" derdi.
Ben de ondan aldığım cesaretle sevgili oğlu Mimar Ahmet Berk'e sorardım.
Ahmet de beni hiç yanıltmadı.
Her ikisine de çok şey borçluyum.
***
Edibe hanımın ilgi alanı çok genişti. Çiçekleri bilirdi. Ağaçları bilirdi. Otları bilirdi. Her ne kadar otlarla ilgili kitabı İlhan Berk yazmışsa da aslında öyle bir kitabı Edibe hanımın yazmasını isterdim.
Benim bu içten isteğim ne yazık ki ölümünden sonra gerçekleşti. (Ege Mutfağı, Editör : Gülnar Önay, Troya Yayıncılık, Mart 2005.)
Edibe hanım sadece otları bilmez onları mutfağında da kullanırdı.
Tam bana göre bir sofra kültürleri vardı.
***
Edibe hanımın liderliğinde çok güzel yürüyüşler yapar, dağ bayır dolaşırdık.
O günleri özlemle anıyorum.
Özellikle Çırkan köyünden geçerek ilk yerli halk olan Leleg'lerin (Karya'lıların) yaşadığı yere gittiğimiz günü unutamıyorum.
Saatlerce yürümüştük. Konuşarak, gülüşerek ve bilgilenerek.
Sonra o tarihi duvarların üzerine oturduk, çıkınlarımızı açtık, birbirimize ikram ederek, yemeğimizi yedik.
O gün ne kadar çoktuk. Bugün ne kadar azız.
***
Edibe hanım ile olan dostluğum çok saygılı ve sevgili bir dostluktu. Birbirimizle "Siz"li konuşurduk. Ben ona "Edibanımcığım" derdim. O bana "Olcay".
Tüm ısrarlarına karşın "Edibe" diyemedim.
Edibe hanımla hep genel konularda konuşurduk. Edebiyat, sanat, siyaset gibi.
Ondan hiç kişisel bir öykü dinlemedim.
Ne kendine, ne de ailesine ait.
Kiminle dertleşirdi bilmiyorum.
Acaba dertleşir miydi, onu da bilmiyorum.
Son derece ölçülü ve mesafeliydi.
***
Ne zaman gördüklerimden, duyduklarımdan, deneyimlerimden bir şeyler anlatsam, “yazın bunları”
derdi. Yazdım ama ona yetiştiremedim.
derdi. Yazdım ama ona yetiştiremedim.
Çarşıya giderken veya çarşıdan dönerken uğrardı. Elinde muhakkak küçük bir armağan olurdu.
Eğer beni evde bulamazsa ağacımdan kopardığı küçük bir bugonvil dalını kapıma takardı. Eve geldiğimde Edibe hanımın uğradığını hemen anlardım.
***
***
Edibe hanım, Sevim (Göktekin), Günseli (Tamkoç) ve ben öğleden sonraları Bodrum'un içinde bir yerlere çay içmeğe giderdik.
Ama asıl keyfi Yalıkavak Pazarı'nda yaşardık. Önce pazarı gezer, sonra Yalıkavak Köftecisi'nde köfte, piyaz ve ayrandan oluşan yemeğimizi yerdik. Bu kadar mı ? Hiç bu kadar olur mu? Köftecinin özel bir şekilde hazırladığı tadına doyum olmaz ekmeğini de yerdik.
O gün keyif günü olduğu için kilolarımızı hiç düşünmezdik. O kadar düşünmezdik ki köfteciden çıkar çıkmaz doğru sahildeki pastahaneye giderdik.
***
***
Cumartesi günleri de Bodrum’da kurulan pazarların en büyüğü olan Turgutreis Pazarı’na giderdik. Orada da önce pazarı gezer, sonra, meydandaki lokantada pizza yer, ayran içerdik.
Bira içtiğimiz bile olurdu.
Bira içtiğimiz bile olurdu.
Ve her iki pazardan da Bodrum'a döndüğümüzde, "çocuklar gibi şendik" diye ellerimi çırpardım.
Evet! İçimdeki çocuğun büyümemiş olması, daha doğrusu onu büyütmemiş olmam güzeldi.
Habib Bektaş, "ne kadar çocuksak o kadar insanız" diyor.
![]() |
Bir Cumartesi günü Turgutreis'te. (Soldan Sağa: Sevim Göktekin, Edibe Berk, Olcay Akkent,Günseli Tamkoç) |
Her yıl olduğu gibi, 2001 yılında da, Haziran'ın ilk haftasında gittim Bodrum'a.
Edibe hanımın hasta olduğunu biliyordum.
Hepimiz biliyorduk ve rahatsız etmemek için ziyaretine gitmiyorduk.
Oğlu Ahmet'in Bitez'deki evinde kalıyordu. Gelini Güneş tüm zarafeti, yardımseverliği ve şevkatiyle kayınvalidesine bakıyordu.
![]() |
Ahmet'in yakışıklılığı, Güneş'in güzelliği. Ve her ikisinin masumiyeti. (Mazhar Vardar'a teşekkürlerimle) |
Bir gün Güneş aradı beni. Çünkü Edibe hanım "Olcay gelmiştir" demiş.
Çok sevindim. Birbirimizi çok özlemiştik.
Edibe hanım yalnız beni değil, evimi de özlerdi.
Hemen her gelişinde, gitmesine yakın, "ben biraz da yukarıya çıkayım" der, merdivenin son basamağına oturur, başta yerli dolap olmak üzere, etrafı seyrederdi.
***
Çok arzu etmesine rağmen Edibe hanım bana gelemedi.
Hava sıcaktı.
Hali yoktu.
Yalnız ölümünden dört hafta önce bazı dostlarını Müsgebi'de bir lokantaya sabah kahvaltısına çağırdı.
O gün çok sağlıklı görünüyordu. Sanki hasta değildi. Hepimizle ayrı ayrı ilgilendi. Ayrılırken, "gelecek yıl gene burada toplanalım" dedi.
Ölmeden iki hafta önce de göz doktoruna gidip gözlüğünü değiştirmişti. Kitaplarını daha iyi okuyabilmek için.
Yaşama bağlılık mı, herşeyi bildiği halde umuda sarılmak mı, bilmiyorum.
***
Mevsim sonu İstanbul'a döndüğümde, bensiz yaptıkları geziler için, "hiç içimize sinmedi, hep kulaklarınızı çınlattık" derdi telefonda.
14 Şubat 2001 Sevgililer Günü'nde aramıştı.
"Bugün beni hiç kimse hatırlamadı diye hüzünleniyordum, sevindirdiniz beni" demiştim.
"Ama sizi böyle bir günde aramam doğal değil mi" demişti.
Edibe hanım 15 Eylül 2001'de öldü.
25 yıllık dostumdu.
Beni hiç incitmedi.
Onu hep o hali ile hatırlayacağım.
Gazete almak, posta kutusuna bakmak, mektup atmak ve tabii evin ihtiyaçlarını karşılamak için hemen her gün, çarşıya giderdi.
Genelde önüne bakar, pek etrafla ilgilenmezdi.
İnşaat yaptığım günlerde inşaatın seyrini izlemek için bazen uğrardı. Hatta misafirlerini de getirirdi.
Beni, herhangi bir kültür faaliyeti içinde gördüğünde çok memnun olurdu. Aferin anlamında, “buradasın” derdi.
“Uzun Bir Adam” kitabı 1982 yılında Yazko yayınlarından çıkmıştı. İlk sayfaya parantez içinde, “Kendim Üstüne Bir Kalem Denemesi” diye yazmıştı. Kendini iyi anlattığı bir kitaptı.
Şiir kitaplarını okumadığım için bana kızardı.
Her ikimiz de kendi cephemizden haklıydık.
O okunmak istiyordu,.
Ben okuduğumu anlamak.
***
Evime yerleştikten sonra ön avlumu çıplak bıraktığım için söylenirdi.
“Koy şuraya bir divan” derdi.
“Ben böyle seviyorum” derdim.
Kızardı.
Şimdi o avluda masalar, iskemleler, örtüler, yastıklar var.
Hemen her gün İlhan beyi hatırlıyorum.
Keşke hayatta olsaydı da görseydi.
Eminim, “ben sana demedim mi” diyecekti.
***
İlhan beyin öldüğünü, 28 Ağustos 2008 günü Yarımada Gazetesi’nin o zamanki Editörü Yaprak Çetinkaya’dan öğrendim.
Aslında bekleniyordu.
Ama beklemek başkaydı ölüm haberini almak çok başkaydı.
***
İlhan bey bir gün bana, “biliyor musun Olcay, ben şair olduğumu kimseye söylemezdim. Çünkü memurdum” demişti.
Onu çok iyi anlamıştım. Çünkü 1940’ların Ankara'sını Mehmet Kemal’in “Acılı Kuşak” ve Fahir Aksoy’un “Kürdün Meyhanesi” kitaplarından biliyordum.
Eğer memursanız şair olamazdınız.
Eğer olursanız, işinizden olurdunuz.
Çünkü madem şairdiniz öyleyse komünisttiniz.
Bana hüzünle söylediği bu sırrını 13 Eylül 2008 tarihli haftalık Panorama Gazetesi’nde İLHAN BERK İLE ANILARINIZ başlıklı sütunda ilk kez açıkladım.
***
30 Ağustos günü Bodrum Belediye Meclis Salonu’nda İlhan bey için bir tören yapıldı. Aynı gün Adliye Camisi’nde namazı kılındı.
Bir zamanlar Bodrum’da yaşamış ve yaşamlarını İlhan bey ile paylaşmış, ama zaman içinde başka il ve ilçelere dağılmış olanların pek çoğu her iki törene de gelmişti.
Sanki o gün orada “Eski Bodrum” vardı.
***
Turuncu Sanat Galerisi (Bodrum) uluslararası bir sanat fuarı olan ARTİSTANBUL2004’e ilk kez İlhan Berk’in resimleriyle katılmıştı. Küratörlüğünü Zerrin Ulusman’ın yapmış olduğu bu sergide fiyatlar çok yüksek olmasına karşın 22 tablo satılmıştı.
Sergiden sonra İlhan Berk, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Sanat Dünyamız Dergisi’nde Güven Turan‘a, “edebiyat dünyasında bu kadar parayı bir arada görmediğini” söylemişti.
***
Sergiye Zerrin Ulusman’ın davetlisi olarak gitmiştim.
İlhan bey bir ara yanıma geldi, “Sende benim resmim var, değil mi ?“ dedi.
“İki tane” dedim.
“Kıymetini bil” dedi.
İşte aşağıda o iki resimden biri.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder