8 Nisan 2010 Perşembe

25.3.4.9 LONDRA -1970

New York'tan Londra'ya TWA ile uçtum. Rezervasyon yaptırırken pencere önünde oturmak istediğimi söyledim. Sabahın erken saatinde, güneşin ilk ışıklarıyla, Londra'yı havadan görmek için.

Özlem başka şey.

1970, mini ve maksinin moda dünyasına adım attığı yıl olmalı. Amerika'da bu moda henüz yaygın değildi. Washington'da bir kişide maksi, New York'da da bir kişide mini görmüştüm. Ama Londra'nın sokaklarında etek boyları ya don hizasındaydı, ya da topuklardaydı.

Ben miniyi en çok İngiliz kızlarda sevdim. Paris'li kızlardan bile daha güzel taşıyorlardı. O kadar kısa giymelerine karşın ne metroda otururken, ne merdiven çıkarken, hiçbir yerleri görünmüyordu.

Bacakları çok uzundu. Belki ondan.

***
İnsan modaya kayıtsız kalamıyor. Bir yanınızdan kısacıklar, diğer yanınızdan yerleri süpürenler geçerken hemen kendinize uygun olanı seçmeye başlıyorsunuz

Kendimi derhal Kings Road'a attım ve bir günde kimlik değiştirdim.

Ankara'da, Kızılay'a çıktığımda (bir zamanlar Ankara'da Kızılay'a çıkılırdı) ortalık biraz dalgalanırdı.

Siyah maksi Wetlook pardesüm ve gene siyah Wetlook çizmelerimle çok kendimden emin yürürdüm.
Çizmelerim çok ilginçti. Herkesin dikkatini çekerdi. Büyük Sinema’nın birinci katında kitap ve plak dükkanı olan Erdal Öz bir kez, “bunları nasıl giyiyorsunuz” diye sormuştu. Altı rugan ayakkabı olan bu çizmenin üstü çorap inceliğinde bir malzemeden yapılmştı. Bacağı sararak diz altına kadar yükseliyordu.

Ben o çizmeyi, siyah - beyaz karışımı şifon gece elbisemin altına giyip CENTO'nun 24 Şubat'taki kokteyline gitmiştim de herkesi biraz şaşırtmıştım.

Maksiye çabuk alıştım. İlk giydiğim maksi bir kürktü. Leyla yengem bana astregan mantosunu vermişti. Yengem uzun boylu, ben kısa. Böylece maksi bir astreganım oldu. Bir gün Kızılay'da yürürken sevgili Melahat (Özügür) ile karşılaştım. Bana şöyle bir baktı, "bu ne çok kürk böyle, bunca yıllık Ali Nazmi'nin geliniyim ben bu kadar uzun kürk giymedim" dedi.

Miniye biraz direndim. Hemen giyemedim. Terzim Halit Kulaçoğlu’nu çok yordum. Etek boyunu bir defada değil, ancak birçok defada, dizimin üstüne çıkartabildim.

O yıllarda 50 kiloydum.

Hey gidi günler hey.

Şimdi 70 kilodan biraz aşağıya inebilmek için yağsız, tatsız, tuzsuz ve dolayısıyla lezzetsiz yemekler yiyorum.

Kilolarım mı?

Onlar benimle birlikte yaşamaya bayılıyorlar.

***
Ben, yurtdışı seyahatlerimde, Arthur Frommer'in meşhur "On 5 $ A Day" kitabından çok yararlanırdım. Kalacağım otelleri, yemek yiyeceğim lokantaları, gezeceğim, göreceğim yerleri hep oradan seçerdim.

Uçak hava meydanına inince, doğru enformasyona gider, seçtiğim otelin ismini ve telefon numarasını verir, rezervasyon yapmalarını isterdim. Tabii hemen itiraz ederler, "o otelde yer yok" derlerdi. Çünkü onlar yüzde aldıkları için pahalı otelleri seçmemi isterlerdi. Ben israr ederdim. Mecbur kalırlar istediğimi yaparlardı.

1970'de, Londra'da, "5 Dolara Avrupa" kitabından seçtiğim Helen Graham House'da kaldım. Great Russel Street'de, British Museum'ın tam karşısında olan bu ev, otelden çok kızlar yurduna benziyordu. Burada, daha çok, kariyer sahibi, orta yaş hanımlar kalırdı.
Aynı sokakta, biraz ileride, erkekler için olanı da vardı.
Çok temiz, güvenilir, oldukça konforlu bir yerdi. Yalnız geceleri belli bir saatte kapısı kapanırdı. Ama, eğer gündüzden deftere adınızı yazdırır ve geleceğiniz saati bildirirseniz, nöbetçi size kapıyı açardı. O kadar ucuzdu ki bu sınırlamaya severek katlanırdım.

Gece, geç saatlerde, tiyatro veya sinemadan çıkınca yürüyerek otele dönmeyi çok severdim. Piccadilly'den doğru Shaftesbury Avenue'ye girer, uzun yol boyunca, sağıma, soluma bakınarak, hatta bazen elimdeki dondurmayı yalayarak yürürdüm. Bir canlı kul da dönüp bakmazdı. Hele 1963'de, ilk kez Londra'ya gittiğimde, hiç kimse ama hiç kimseye bakmazdı. Hatta Gülten'e (Akbay), "bana kompleks gelecek, yoksa ben kadın değil miyim, niye bu adamlar bana bakmıyor" demiştim.

Tabii giderek her yer gibi Londra da değişti.

Şimdi nasıl bilmiyorum.

New York'da Oh' Calcutta'yı görmüştüm. Londra'da da Hair'i görmek istiyordum. Oyun Shaftesbury Theater'da oynuyordu. Pek çok kereler, yaptıklarımla, gördüklerimle, yaşadıklarımla iftihar etmişimdir. Kendimi bildim bileli, çağımın ve çağdaşlarımın hep önünde olmuşumdur. Hair'i seyrederken de böyle düşündüm.

Kes, M*A*S*H ve Z filmlerini gördüm. Z'nin kitabını da okudum. Ama filmi mi önce gördüm, romanı mı sonra okudum hatırlamıyorum. Yalnız her ikisini de çok beğendiğimi biliyorum. Jean -Louis Trintignant, Yves Montand ve Irene Papas unutulmaz oyunlar sergilemişlerdi.

Londra'da Akademi Sinemaları vardı. Üç küçük sinema. İkisi Oxford Street üzerinde, üçüncüsü biraz ilerideydi galiba. O sinemalarda ne oynasa görmek isterdim. Uzak Doğu'nun ve Avrupa'nın hiç tanımadığım yönetmenlerinin çok güzel filmlerini gördüm.

Bir de Portsmounth Street'te, Old Curiosity Shop'a gittim. Charles Dickens'in romanının tüm kahramanları ile, kısa bir süre için bile olsa, birlikte oldum.

Elimdeki belgeye göre, British Museum'ı gezmişim ve İznik bir cami lambasının kartını almışım. Çok etkilenmiş olmalıyım. Bu etkilenmenin asıl nedeni, lambanın güzelliği kadar, hatta belki bundan da öte, size ait birşeyin yurtdışında bir müzede sergilenişini görmenin verdiği heyecan olmalı diye düşünüyorum.

***
1963'de Gülten (Akbay) beni Regent Street'deki Aquascutum'a götürmüştü. Aquascutum'un o günkü vitrini beni büyülemişti. Bakır rengi manto ve tayyörler, bakır tencereler, taslar, tabaklar, tepsilerle süslenmişti. "Ben bu mağazadan bakır rengi bir manto almak istiyorum" diye ağlaşmıştım. Pahalı bir dükkandı. Olsun. Alacaktım. Fakat ne giydiysem bana büyük geldi.

Çok mutsuz oldum.

Başka birgün de, South Kensington'daki büyük bir mağazanın Aquascutum Reyonu'nda şansımı denemek istedim. Orada da hangi mantoyu giysem bana büyük geliyordu. Zaten başka türlü olamazdı, çünkü aynı firmanın mallarıydı.

Bu ikinci denemeden sonra montoya sahip olma şansımın kalmadığını anlayınca, tezgahtar hanıma, "bunu bana küçültün" dedim. Hanım gitti şefi ile konuştu, sonra birlikte geldiler. Şef, beni karşısına aldı, bir çocuğa anlatır gibi anlattı ki, eğer bunun bir küçüğünü yapmak mümkün olsaydı, fabrikası zaten yapardı. Bu bir proportion (oran) meselesiydi. Mantonun küçülmesi demek, oranının bozulması demekti. Yapamazlardı.

Gene çok mutsuz oldum.

1963'ten 1970'e kadar, ne zaman Londra'ya gitsem Aquascutum mağazasına uğradım ve manto denedim.
Mutsuzluğum hep sürdü.

Ama 1970'de giydiğim tweed bir manto hokka gibi üzerime oturdu. Çok şaşırdım. Tezgahtar hanıma bunun nedenini sordum. "Ah! Madame Japonlar. Onlar için ölçülerimizi küçülttük" dedi.
17 Pound ödedim ve tweed mantoyu aldım.

Bunca yıl oldu, hala giyiyorum. Yalnız belindeki kemeri artık takmıyorum. Takmıyorum değil, takamıyorum. Ama saklıyorum. Belli olmaz, belki birgün gene onu takacak hale gelirim.

***
Tabii her ülkenin kendine özgü bir mutfağı vardır. İngiltere'nin milli yemeği de Fish and Chips'tir yani balık ve patates kızartması.

Denizden çıkan herşeyi çok severek yediğim için, Londra'ya gider gitmez ilk işim yeni bir balık lokantası keşfetmek olurdu. En basit lokantadan en lüks lokantaya kadar hepsinde mutlu olurdum.

En çok da gazete kağıdı içinde satılan fish and chip'si severdim. Ama, vakitsizlikten, nerede satıldığını bir türlü öğrenememiştim. Dışişleri Bakanları Toplantısı sırasında, gecenin bir yarısında, ağlaşmaya başlayınca, İngiliz Hariciyesi'nin centilmenleri alıp getirirlerdi. Keyifle yerdim.

Piccadilly'den Shaftesbury Avenue'ye girince, soldaki ilk sokağın sağ kaldırımı üzerinde bir balıkçı dükkanım vardı. İki parça kızarmış balık, bir tabak dolusu kızarmış patates, küçük bir bardak bira ve bir fincan kahve için bir Pound öderdim. Çıkarken, kasadaki adam, on penny geri verirdi.

***
St.Martines Lane'de Flannagan's adında çok hoş bir balık lokantası vardı. Ayaklı dikiş makinelerindan masa yapmışlardı.

Bir akşam arkadaşlarımı götürmüştüm. Onların acelesi vardı. Bir yerlere gideceklerdi. Ben o gece, nasılsa, boştum. Onun için onlar çabuk çabuk yerken, ben yavaş yavaş yiyor, hem lokantanın hem de balığın tadını çıkartıyordum.

Hiç unutmuyorum, kocaman balığın kuyruğundan yemeğe başlamıştım. Göğüs kısmı, yani en güzel yeri, sona kalsın diye.

İçtiğim büyük bardak biranın beni doyurması yüzünden olacak, balığın yarıdan yukarısına çıkamadım.

Balığın en güzel yeri tabakta kaldı.

Garson o kadar üzüldü ki, biraz daha oturmamı söyledi.

Hani neredeyse, git biraz dolaş öyle gel diyecekti.

Ama bu bana ders oldu.

O gün bu gün, balığa hep yukarıdan başlarım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder