8 Nisan 2010 Perşembe

25.3.4.16 TAHRAN-1977 (DIŞİŞLERİ BAKANLARI TOPLANTISI)

Ümit Haluk Bayülken CENTO Genel Sekreteri'ydi. Haluk bey gelmiş geçmiş Genel Sekreterler içinde en çalışkan olanıydı. Kuşkusuz bundan şikayetçi olanlar vardı. Ben memnundum. Çalıştırıyordu ama çalışanı da takdir ediyordu. Çok dürüst bir insandı.

CENTO Genel Sekreterliğinden ayrılacağı haberini duyunca, odasına girmiş, üzüntülerimi bildirmiştim. "Olcay hanım, bazı öyle durumlar vardır ki, biraz düşüneyim, eve gidip karımla konuşayım diyemezsiniz. Eğer Cumhurbaşkanı sizi bir göreve çağırmışsa ancak emredersiniz efendim dersiniz"demişti.

Haluk beyin böyle bir memuriyet terbiyesi vardı. "Yoksa" demişti, "ben istediğim süre CENTO'da Genel Sekreter olarak kalabilirdim."

Gerçekten kalabilirdi.

***
CENTO Genel Sekreterleri, her yıl Dışişleri Bakanları Toplantısı'ndan önce üye ülkelere mektup yazarlar, o ülkenin Dışişleri Bakanlarını, Başbakanlarını, eğer gerekiyorsa Başkanlarını, Kraliçelerini, Şahlarını ziyaret etmek için randevu talep ederlerdi. Çünkü bu gibi ziyaretler, sadece CENTO Teşkilatı'nı ilgilendiren konuları kapsamazdı. Üye ülkelerin sorunlarının da görüşülmesine zemin hazırlardı. Bu vesile ile ülkeler arası mesajlar bir merkezden diğer bir merkeze taşınırdı.

Bu ziyaretlerin sonunda Genel Sekreter kimlerle görüşmüşse onlara teşekkür mektupları yazar, o kişiler de cevap verirdi. Aslında bunların kalıplaşmış nezaket sözcükleri olması doğaldı ve öyle olurdu. Ama Haluk beye gelen cevaplar o kalıpların çok dışında olurdu. Kullanılan sözcükler ve ifadeler Haluk beyin uluslararası arenada ne kadar saygın bir yeri olduğunu gösterirdi. Bunun en yakın tanığı bendim. Çünkü o mektupları ben açar, ben okur, ben kaydeder, ben dosyalardım.

***
Dışişleri Bakanları Toplantısı'na kısa bir süre kala ben bir Duyuru çıkartırdım. Toplantıya katılacak olanlardan götürmek istedikleri belgeleri, önceden saptanan gün ve saatte, Registry'ye teslim etmelerini isterdim. Bunlara Registry'deki dokümanlar, dosyalar ve diğer malzemeler de eklenir ve hepsi ayrı ayrı paketlenir, üzerileri yazılır, kırmızı mumla mühürlenir, torbalara yerleştirilirdi.

Gizlilik derecesi çok yüksek olan bu torbalar önce Dışişleri Bakanlığı'na götürülür, Bakanlık'taki sorumlu eleman tarafından torbaların ağızları kapatılır ve gene kırmızı mumla mühürlenirdi.

Dışişleri Bakanlığı'ndan CENTO'ya geri getirilen torbalar gece Registry''de muhafaza edilir, ben ertesi sabah kuryeye teslim ederdim. Bu değişmez bir kuraldı. Buna herkes uymak zorundaydı. Bunun böyle yapılacağına dair onlarca sayfa yazılmış bir Güvenlik Kuralları Kitabı (Security Regulations) vardı. Bunun takipçisi Registry ve Security Division'dı.

Security Division'ın başında Emekli General Ethem Alkan vardı. Ben, "Paşam sizden başka kimseye güvenmem, lütfen siz kurye olun" derdim. O da kabul ederdi. Yılların deneyimi ile çok gizli evrakı kazasız belasız götürürdü.

Uçak hava meydanına inince, evsahibi ülkenin Emniyet Teşkilatı'ndan bir araç ve bir yetkili uçağın kargo kapısının önünde hazır bulunurdu. Torba, CENTO kuryesinin gözetimi altında, o ülkenin uygun göreceği bir yere bırakılırdı. Ben toplantı yerine varınca, bana teslim edilirdi.
Ethem paşa çok hoş bir zattı. Evliydi. Bir kızı, bir oğlu vardı. Kızı Hülya, Prof. Özdemir Nutku ile evlendi. Sonra kendisi de Profesör oldu.

Mutlu günlerimizdi. Çok sık toplanır, dans eder, şarkı söyler, hayatın tadını çıkartırdık. Ve her toplantıyı, Şenay'ın "elini ver kardeşim" şarkısı ile bitirirdik.

Elele tutuşur, halka olurduk. Hem söyler, hem dans ederdik. Paşa ve hanımı da bize katılırdı. Bizimle gençleşirlerdi.

***
1977 yılında uçak kaçırma olayları çok sık oluyordu. Çok gizli evrak torbasının ticari bir uçakla gönderilmesi doğru bulunmadı. O sırada askeri bir uçağın Tahran'a gideceği haberi geldi. Acele karar alındı ve herkes elinde ne varsa teslim etti.
Ethem Paşa askeri uçakla torbayı götürdü.

Ama toplantıya daha üç hafta vardı. Yeni vesikalar çıkacaktı.

Bir karar daha alındı. Sonradan çıkacak dokümanlar için Security Division'da çalışan bir İngiliz kurye olarak bizimle beraber aynı uçakta gelecekti.

***
Ben gene bir Duyuru çıkardım. Son teslim gününü ve saatini bildirdim.

Herkes getirmeye başladı.

Gelen evrak paketleniyor, mühürleniyor, torbaya yerleştiriliyordu.

Fakat Haluk beyden birşey gelmiyordu.

Sekreterini uyardım.

O da Haluk beyi uyardı.

Ama gene bir şey gelmedi.

***
Zaman daralıyordu. Dışişleri Bakanlığı, kurye torbasını mühürlemek için, saat 17.00'ye kadar bekleyeceğini söylemişti.

Baktım sekreter hanım Haluk bey'den dokümanları alamıyor, ben odasına girdim.

Durumu anlattım.

Beni çok haklı buldu.
Biraz daha müsaade istedi.

Yerime döndüm.

***
Haluk bey evrak seven bir insandı. Evrakla beraber yaşamayı seven bir insandı. Onu çok iyi anlıyordum, çünkü ben de evrak ile yaşamayı seven biriydim. Ama evrak sevmenin ve evrakla beraber yaşamanın sırası değildi.

Bir süre sonra tekrar odasına girdim. Dışişlerini binbir rica ile beklettiğimi, CENTO'nun güvenlik kuralları gereği gizli evrakı yanında taşıyamayacağını, bana teslim etmesi gerektiğini, eğer Dışişleri Bakanlığı'nın ilgili birimi kapanırsa Registry'deki torbanın da mühürlenemeyeceğini ve dolayısıyle ertesi günü yola çıkamayacağımızı söyledim.

Ben bunları söylerken, Haluk bey masasının yanında ayakta duruyordu. Oyuncağının elinden alınmak üzere olduğunu hissetti.

Koltuğa oturdu.

"Bunalttınız beni" dedi.

Odadan çıkmamın gerektiğini anladım.

Registry'ye geldim. Dışişleri'ne telefon ettim. Son yarım saat için bir kere daha rica ettim. Sonra Haluk beyin sekreterine telefon ettim. Odamda beklediğimi söyledim.
Hiç ses çıkmadı.

Security Divison’a durumu bildirdim. Torbayı Dışişleri'ne gönderdim.

***
Ertesi sabah Esenboğa'ya gittik.

Uçağa bindik.

Tahran'a vardık.

Aynı uçakla gittiğimiz, aynı VIP salonunda oturduğumuz halde, Haluk beyle hiç gözgöze gelmedik.

Biraz huzursuzdum.

***
Dr.Khalatbary gene Dışişleri Bakanı'ydı.

Hem CENTO'ya olan sevgisi, hem Haluk beye olan saygısı nedeniyle, bize Dışişleri Bakanlığı'nın en güzel kanadını karargah olarak verdi.

Ben Registry'yi kurdum. Dosyaları ve dokümanları yerleştirdim. Çalışmaya başladım.

***
Ertesi günü beş üye ülkenin Büyükelçileri, Dışişleri Bakanları Toplantısı'nın Gündemi'ni onaylamak üzere toplanacaklardı.

Bu toplantıya CENTO Genel Sekreteri başkanlık ederdi.

İran'lılar toplantı salonunu ve masayı hazırlarken oturma düzenini bilemediklerini söylediler. Çünkü 1973'deki toplantıya katılanlar tayin olup gitmişlerdi. Giderken de tüm bilgileri beraberlerinde götürmüşlerdi. Halbuki bildiklerini belgelerle birlikte dosyaya koysalardı sorun olmayacaktı.

Benim yanımda 1973'ün dosyaları vardı. Açtım. Gösterdim.

***
Büyükelçiler ve beraberlerindeki zevat, alfabetik sıraya göre, masanın uzun olan iki yanına, Genel Sekreter de yardımcıları ile birlikte masanın dar olan başına otururdu.

Ben toplantılarda ayrı bir masada otururdum. Masanın üzerine Gündem'de belirtilen dokümanların fazla kopyalarını koyardım. Toplantıyı çok iyi takip etmem gerekirdi. Bu nedenle bir gözüm dokümanda, bir gözüm delegelerde olurdu.

Bir kez Dışişleri Bakanları Toplantısı sırasında, Başkan, Agenda'nın kodunu yanlış verdiği için toplantıyı durdurmuştum. Toplantı sonrasında Türk Delegasyonu’dan kadim dost Büyük Elçi Behçet Türemen, “Yahu toplantıyı durdurdun, senin CENTO’daki görev ne diye’ sormuştu.

Nazmi Akıman da aynı gün, “çok iyi izliyorsunz” demişti. O sebepten olsa gerek, yalnız Dışişleri Bakanları ile Büyükelçilerin katıldığı, not tutmanın yasak olduğıu, tutanağı yapılmayan ve sadece CENTO Genel Sekreteri ile onun Politik ve İdari İşler Yardımcısı'nın katıldığı "Restricted Session"lara beni de oturturdu.

***
İranlılarla beraber hazırladığımız salona Büyükelçiler gelmeye başladı. Ama Haluk bey henüz ortada yoktu. Ben salonun giriş kapısına biraz uzak, dikdörtgen masanın sağ köşesine biraz yakın duruyordum.

Hala huzursuzdum. Haluk beyle odasından çıktığım günden beri ilk defa karşılaşacaktım.

Haluk bey kapıda göründü.

Adettir, Büyükelçiler ayakta bekler.

Haluk bey onların ellerini teker teker sıkar.

Sonra oturulur.

***
Haluk bey, Büyükelçilerin durduğu masaya doğru gitmedi.
Bana doğru gelmeğe başladı.

Geldi. Geldi. Geldi.

Elini uzattı, "İyi yerleştin mi?" dedi.

Sonra geriye döndü.

Büyükelçilere doğru gitti.

Onların ellerini sıktı.

Toplantı başladı.

Bazen bu sahneyi düşünürüm de yoksa böyle bir şey olmadı da ben uyduruyor muyum derim.

Serbest (Free Lance) çalışmaya başladıktan sonra yaptığım Eğitim Programları'nda hep şunu vurguladım:

"Siz doğruyu söyleyin. Doğruyu yapın. Patronunuz o anda size kızabilir, ama sonra sizi takdir edecektir."

***
O yıllarda Başbakan olan Amir Abbas Hoveyda bizi Isfahan'a davet etti. Yalnız davet etmekle kalmadı, özel uçağını da verdi. Askeri kısımdan generaller, sivil kısımdan bizler ve bazı delegeler uçağa doluştuk.

Koca koca dağlar, sivri sivri tepeler.

Ben gene çok korktum.

Uçak Isfahan'a indi.

Merdiven kondu.

Uçağın personeli sıraya dizildi.

Biz onların ellerini sıktık, onlar bize asker selamı verdi.

***
O gezide, Mr.Taghavy'nin yerine tayin olan Mr.Arbabi bize refakat ediyordu.

Hava meydanının önünde mercedesler sıralanmıştı.

Mr. Arbabi, herkesin önce mevkiini söylüyor, sonra bir görevli mercedeslerden birini çağırıyordu.

Sıra bana geldi.

"Evrak Nazırı" dedil.

Gülmem tuttu. 

Şaka yapıyor zannettim.

Hayır.

Çok ciddiydi.

Bir mercedes de bana geldi.

Evrak Nazırı
İranlı bir diplomatla dans ederken.

Bu benim son kez İran'a gidişim.
Çünkü bir yıl sonra CENTO kapanacak
ve bu fotoğraf bir hatıra olarak kalacak.

***
O tarihte Isfahan'da iki Vali vardı. Biri sivil, diğeri asker. Her ikisi de bizi karşılamaya gelmişti. Arabalar hareket etti. Önde eskort. Arkada Valiler. Daha arkada bizler.

Bizi doğru Şah Abbas Oteli'ne götürdüler.

Tanrım, olamaz böyle birşey.

Çok anlatmışlardı. Çok dinlemiştim. Ama görünce, gene de, çok şaşırdım.

Muazzam bir bina ve olağanüstü bir süsleme.

Keşke daha az süslü olabilseydi.

Elimizi, yüzümüzü yıkamamız için bize odalar açtılar.

Her odada hem alaturka, hem de alafranga tuvalet vardı.

Bizim Üsküdar'daki ahşap evimizdeki alaturka tuvaletin taşı büyüktü ama ben bu kadar büyüğünü hiç görmemiştim.

***
Şehri gezdik. Her taraf birbirinden güzel eserlerle doluydu. Camiler, minareler, kubbeler. Ama evlerin kırmızı kiremit damları yoktu. Eğer olsaydı, şehir daha güzel olacaktı.

Sonra gene Şah Abbas Oteli'ne geldik.

Bizim için öğle yemeği hazırlamışlardı.

Bu, konuk olduğum, üçüncü İran sofrasıydı.

Washigton'da Ardeshir Zahedi'nin sofrası. Tahran'da Şah'ın sofrası. Isfahan'da Hoveyda'nın sofrası.

Sofrada çeşit çeşit pilav vardı. Vişneli pilavı ilk kez orada gördüm.

Ben yemeklere hayran hayran bakarken askeri kısımda çalışan bir general yanıma geldi, "tavuk yemek istiyorum ama bozmaya kıyamıyorum" dedi.

Sofranın ortasında kocaman yapay bir tavuk vardı. O tavuğun tıpkı eşi, pişmiş olarak, büyük kayık tabağının içinde duruyordu. Generale, "ben size yardım edeyim" dedim. Bir süre karar veremedik neresinden koparıp alacağımıza. Sonunda general tavuk yemekten vazgeçti.

O gün benim migrenim vardı. Yalnız coca cola içtim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder