8 Nisan 2010 Perşembe

25.3.4.5 TAHRAN - 1969 (DIŞİŞLERİ BAKANLARI TOPLANTISI)

Ankara'daki karargahımızda çok iyi ilişkiler içindeydik İranlılarla. Büyükelçilikte çalışan diplomatlarla da dostluklarımız vardı. Sıcak insanlardı. Mükrimdiler. Bireyler arasındaki bu kaynaşmaya karşın devlet olarak İran Türkiye'yi hiçbir zaman sevmemiştir. Tabii bu da doğal olarak tarihimizden kaynaklanır. Savaşlar bunun en büyük nedenidir.

Halbuki Pakistanlılar hem birey hem de devlet olarak Türkleri sevmiştir.

Özellikle Atatürk'ü.

Bunu her vesile ile vurgulamışlardır.

Bir Atatürk'leri olmadığına her zaman üzülmüşlerdir.

***
1961 - 1977 yılları arasında birkaç kez gittim İran'a. Her zaman aynı tantana ile karşılandık, aynı misafirperverlik ile konuk edildik, aynı şaşaa ile uğurlandık. Bu işi bizden daha da cömert yapıyorlardı.

Ama son yıllarda, batılı üye devletlerden, örneğin İngiltere ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nden, Londra ve Washington toplantıları sırasında hiçbir karşılık görmedikleri için kendilerini biraz enayi vaziyette hissetmeye başlamışlardı. Ve bunu da yüksek sesle dile getirmekten çekinmiyorlardı.

Bu nedenle artık fıstıklarını gümüş kutularda değil, mukavva kutularda hediye eder olmuşlardı.

Gene de, biz Türklerle olan iyi ilişkileri ve benim Halkla İlişkiler kısmında çalıştığım yıllarda Public Affairs Officer sevgili Mr.Taghavy ve Büyükelçilik'te Başkatip sevglili Mr. Rajabzadeh ile olan dostluğum sayesinde, hatırımı kırmamışlar, toplantı sonrasında, 1973'de Şiraz'a, 1977'de de İsfahan'a götürme inceliğini göstermişlerdi.

***
Tahran caddeleri Avrupa butikleriyle doluydu. İranlı hanımlar Mercedes arabalarla o butiklere gelirdi. İçi mini etekli ama üstü çadırlı olan bu hanımlar İran'ın üst tabakasındandı. O hanımları sokakta yürürken göremezdiniz.

Giydikleri çadır, gri renkli bir örtüydü. Tepeden tırnağa bu örtüye sarınırlardı. Ama akşam davetlerinde aynı hanımlar çıplak denecek kadar açık giyinirlerdi.

Kapalı Çarşı'daki satıcı kadının çadırı ise siyahtı. Yüzü kapalıydı. Ya tül vardı ya da gözünde siyah gözlük. Elleri de görülmezdi. Eldiven giyerdi.

Şehrin bir tarafı lüks içinde diğer tarafı perişan bir vaziyetteydi.

Muazzam bulvarlar vardı. Ama etrafı yüksek duvarlarla çevrilmişti.

O duvarların arkasında nelerin olduğu bilinmezdi. Fısıltıya göre ya fakir mahallesiydi, turistler görmesin diye, ya da burokratların, diplomatların ve zenginlerin oturduğu mahallelerdi, fakir İranlı görmesin diye bu yüksek duvarlar yapılmıştı.

Şehrin bir yakasında lüks lokantaları, diğer yakasında sokakta yerde satılan ciğerler.
İnanılmaz bir uçurumdu.

O yıllarda Türkiye'de hala orta sınıf vardı.

İran'da yoktu.
***
Bizde olduğu gibi onlarda da kebapçı dükkanları var.

Ama onlar et yerine piliç kullanıyorlar. İranlılar pilice cüce diyorlar. Küçücük piliç butlarını kızartıyorlar, sonra limonluyorlar, ayak kısımlarını folyo ile sarıp tabak içinde getiriyorlar. Çok lezzetli oluyor. Çıtır çıtır yeniyor. Tabii bir de çilavlarının (pilavlarının) tadına doyum olmuyor.

***

Beni Şüküfenow diye bir gece kulübüne götürdüler. Belki bin kişi vardı. Öylesine büyüktü. İki katlıydı. Golpayegani adında bir şarkıcı, onların Zeki Müren'iymiş, şarkılar söyledi.

Eskiden, o kulübün olduğu sokakta genelevler varmış.

Şah'ın kız kardeşi o binayı kumarda kazanmış.
Tabii hal böyle olunca genelevler o sokaktan gitmiş, onların yerine soylular ve zenginler gelmiş.
Böylece mahallenin itibarı artmış.

Bunların ne kadarı doğru, ne kadarı yanlış bilmiyorum.
Ama halk böyle anlatıyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder