13 Nisan 2010 Salı

24.2.29 KESİN BURASI PANSİYON DA ACABA BOŞ YER VAR MI ?

Orta yaşın üzerinde, şık giyimli, kibar bir hanımdı bu soruyu soran.

Aslında zaman zaman, “burası pansiyon mu?” diyenler oluyordu ama ilk kez bu kadar kesin konuşan biri, evimin ön avlusunda, benden yanıt bekliyordu.

***
Uzun uzun düşündüm bu “pansiyon” bilmecesini. Ama bir türlü çözemedim. Çünkü evim, bana göre, her haliyle eve benziyordu.

Sonra buldum.

Çünkü ön avlu renkli çakıl taşlarıyla döşenmiş,

sırlı saksılar çiçeklerin rengine göre sıralanmış,

masa ve iskemle ayrı bir köşe oluşturmuş,

mavi kova, mavi faraş, yeşil saplı mavi süpürge

Niş’in içine yerleştirilmiş,

mavi su hortumu musluğun etrafına dolandırılmış,

rengarenk boyanmış ahşap bir horozun tam ortasına yapıştırılmış küçük yuvarlak bir ayna çeşmenin üzerine asılmış.

Böylesine düzenli bir yer ancak pansiyon olabilir diye düşünüyordu herhalde insanlar.

Eğer bu bir ev olsaydı;

çeşitli malzemelerden yapılmış saksılar gelişi güzel sıralanmış,

su kovası yan yatmış,

süpürge ve faraş oraya buraya atılmış,

terlik ters dönmüş,

ayakkabılar kapının eşiğine bırakılmış,

kırık – dökük fazlalıklar bir köşeye yığılmış olacaktı.

***
Bir arkadaşım, misafiriyle gelmişti çok beğendiği evimi sanatçı olan arkadaşına göstermek için, yıllar önce.

Severek gezdirdim evimi. Tam yukarı kattaki banyonun açık duran kapısının önüne geldiğimizde, “Yaşanmayan bir ev” dedi misafir hanım. Halbuki bir saat önce duş yapmıştım o banyoda.

Eğer yaşanmış bir ev olsaydı,

yerler ıslak,

havlular sağa – sola atılmış,

duş perdesinin bazı halkaları kopmuş,

pencere camları buğulanmış olacaktı.

***
14 Ağustos 2005 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Şemsa Yeğin şöyle yazıyordu:

“Gençliğimin bir döneminde, Kanada’nın batısında bir köyde yaşadığım günlerde, bana konuk gelen dostlarımın ilk işi salondaki yastıkları yerlere atmak olurdu. "Fazla düzenli senin evin" diyorlardı. "Yaşayan bir ev olduğunu nasıl anlayacağız ?”

Demek ki yastıklar divanda değil, yerde durunca bir evin yaşanan bir ev oduğu anlaşılıyordu.

***
Doktor olan bir hanım ahbabım, geç bir saatte uğramıştı Üsküdar’daki evime, bir tarihte. Yazarların, çizerlerin devamlı buluştukları yemekli bir topalantıdan geliyordu. Çok sevinmiştim. Kimbilir ne dolu dolu şeyler anlatacak, ben de neler neler öğrenecektim

Daha mantosu sırtındaydı. Ayağa kalktı, “Çok düzenli bir ev, sıkıldım” dedi ve gitti. Halbuki evime ilk kez gelmiyordu. Ama o gece tüm yastıkların yerde olduğu bir evden geliyordu.

***
Geçenlerde, eski ama çok eski bir arkadaşım, “senin evinde diken üstünde oturuyorum” dedi. Halbuki daha birkaç gün önce, kargo ile göndereceği torununun hediye paketini, benim evimde, divana ve masaya yayılarak hazırlamıştı.

***
Aslında, hepimiz başkalarının evinde diken üstünde oturmalıydık. Örneğin, şarap bardağını devirmemeye, salatanın yağını masanın örtüsüne dökmemeye, kahve veya çay fincanını gelişi güzel bir yerlere bırakmamaya, meyveli ellerimizi koltuk veya kanapeye sürmemeye, sokaklarda sürüklediğimiz çanta ve torbalarımızı evin baş köşesine koymamaya özen göstermeliydik.

***
Acaba insanlar neden düzenden hoşlanmıyorlardı?

Halbuki konuşurken ülkeyi ve özellikle başkalarının hayatını çok güzel düzene koyuyorlardı.

Acaba insanlar neden başkalarının düzeninden rahatsız oluyorlardı?

Kendi düzensizliklerini meşru (haklı) göstermek için mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder