Görevlerim nelerdi ?
Toplantı öncesinde, Ankara'da, dokümanları hazırlamak, bunların toplantının yapılacağı yere gitmesini temin etmek.
Toplantı sırasında geçici bir Registry kurmak.
Toplantının oturumlarına katılmak ve konuşulanları dikkatle dinlemek.
Bir önceki celsenin tutanağını bir sonraki celseye yetiştirmek. Tüm bunları bir disiplin içinde yapmak.
Toplantı sırasında geçici bir Registry kurmak.
Toplantının oturumlarına katılmak ve konuşulanları dikkatle dinlemek.
Bir önceki celsenin tutanağını bir sonraki celseye yetiştirmek. Tüm bunları bir disiplin içinde yapmak.
Political Secretary, Typing Pool ve diğer yardımcı elemanlar arasındaki koordinasyonu sağlamak ve onların Registry ile uyum içinde çalışmalarını sağlamak.
Genel Sekreter ve dört yardımcısının her isteğini anında yerine getirmek.
Toplantıya katılan beş üye devletin delegelerine güler yüzle hizmet vermek.
Ev sahibi ülkenin verdiği personel ile CENTO Sekretaryası'ndaki görevliler arasında nahoş bir olayın meydana gelmemesi için özel çaba harcamak.
Toplantıya katılanların seyahat psikolojilerini gözönünde tutarak onlara olabildiğince anlayış göstermek ve daha sayılamayacak pek çok detayın üstesinden gelmek.
Zor, hatta çok zordu.
Genel Sekreter ve dört yardımcısının her isteğini anında yerine getirmek.
Toplantıya katılan beş üye devletin delegelerine güler yüzle hizmet vermek.
Ev sahibi ülkenin verdiği personel ile CENTO Sekretaryası'ndaki görevliler arasında nahoş bir olayın meydana gelmemesi için özel çaba harcamak.
Toplantıya katılanların seyahat psikolojilerini gözönünde tutarak onlara olabildiğince anlayış göstermek ve daha sayılamayacak pek çok detayın üstesinden gelmek.
Zor, hatta çok zordu.
Toplantı sırasında bazı geceler hiç uyumadığım halde ertesi sabah gene aynı saatte işimin başında olurdum.
Her şey bende başlar, bende biterdi.
Hiç şikayet etmezdim.
Çalışma azmi, iş terbiyesi, ciddiyet, sorumluluk duygusu beni kamçılardı.
***
Ayrıca bu toplantıların, benim için, bazı çekici yanları da vardı. Örneğin, adını gazetelerde okuduğum veya yüzünü televizyonlarda gördüğüm o günlerin önemli kişileriyle aynı odada neredeyse diz dize oturmak hoşuma giderdi.
Beş üye ülkenin iç ve dış politikalarının konuşulduğu, çok az katılımlı, çok gizli toplantılara katılmak beni onurlandırırdı.
Her şey bende başlar, bende biterdi.
Hiç şikayet etmezdim.
Çalışma azmi, iş terbiyesi, ciddiyet, sorumluluk duygusu beni kamçılardı.
***
Ayrıca bu toplantıların, benim için, bazı çekici yanları da vardı. Örneğin, adını gazetelerde okuduğum veya yüzünü televizyonlarda gördüğüm o günlerin önemli kişileriyle aynı odada neredeyse diz dize oturmak hoşuma giderdi.
Beş üye ülkenin iç ve dış politikalarının konuşulduğu, çok az katılımlı, çok gizli toplantılara katılmak beni onurlandırırdı.
Ayrıca, yemek ve kokteyl gibi davetlerde tanımadığım insanlarla sohbet etmek bana yeni ufuklar açardı.
Ve ev sahibi ülkenin düzenlediği kültürel geziler bilgi hazinemi zenginleştirirdi.
***
Toplantıların çok az sayıdaki kadınlarından biri olduğum için, çok zengin bir gardropla giderdim.
Gündüzleri ayrı, geceleri ayrı, kimi zaman kısa, kimi zaman uzun elbiselerimle hep şık, hep temiz ve hep bakımlı olurdum.
***
Her toplantı dönüşü CENTO Genel Sekreteri ve diğer üst düzey kişiler toplantıda emeği geçenlere teşükkür ederlerdi. Bu biraz da o kişilerin kişiliklerine göre değişirdi. Kimi bir genelge çıkartır toptan teşekkür ederdi. Kimi herkese tek tek yazardı ama bunlar, genelde, kalıp mektuplar olurdu. Kimi de hiç oralı olmazdı.
Benim birkaç özel teşekkür mektubum var.
1983 yılında yerleşmek üzere İstanbul'a geldiğimde iş başvurularımda kullanmak için hazırladığım Özgeçmiş'imin (CV) sonuna bu teşekkür mektuplarından bazılarını eklemiştim.
Bunlardan bir tanesini Sayın Nazmi Akıman yazmıştı.
1973 Tahran Dışişleri Bakanları Toplantısı dönüşünde almıştım.
Sayın Akıman, CENTO Genel Sekreteri'nin Politik ve İdari İşler Yardımcısı'ydı. Dışişleri Bakanlığı'na mensuptu. Yani diplomattı. CENTO'daki görevini tamamladıktan sonra Bakanlığa döndü ve Atina başta olmak üzere diğer dış temsilciliklerimizde büyükelçilik yaptı ve emekli oldu.
Sayın Akıman'ın mektubunu buraya kopyalamak istiyorum.
25 June 1973
Dear Miss Akkent,
I wish to thank you for your painstaking efforts during the last Ministerial Council Meeting in Tehran.
I feel sure that without your contribution the meeting could not have succeeded as it did.
I take special pride in confirming my personal confidence in you.
Yours sincerely,
(Nazmi Akıman)
Deputy Secretary General (P x A)
Miss Olcay Akkent
Chief Registry Officer,
CENTO.
***
İstanbul'da, freelance olarak çalışmaya başladığımda, VIP Turizim'in sahibi Fethi Pirinçcioğlu, bir uluslararası kongrede Dokümantasyon Koordinatörlüğü yapmam için beni bürosuna davet ettiğinde kendisine Özgeçmiş'imi vermiş, o okurken, ben de koltukta oturmuş, sonucu beklemiştim.
Sayın Pirinçcioğlu, okumasını bitirdikten sonra, "sizin Özgeçmiş yazmanıza gerek yok, sadece bu mektup yeterli" demişti.
***
Toplantı tarihine az bir zaman kala İran Dışişleri Bakanlığı'ndan CENTO Genel Sekreteri Nassır Assar'a bir yazı geldi. Toplantının bitiminde benim Tahran'da bir süre daha kalmam ve Department of International Cooperation için CENTO'daki Registry'nin benzeri bir Registry kurmam isteniyordu.
Genel Sekreter bu teklifi onayladı.
***
1973'de Dr. Abbas Ali Khalatbary İran Dışişleri Bakanıydı.
Bir zamanlar CENTO Genel Sekreteri olan Dr. Khalatbary hem CENTO'yu hem de bizleri çok severdi. Biz de onu. Gerek kendisi gerek eşi çok zarif insanlardı.
Bu toplantılar sırasında kokteyl ve yemek gibi davetler yapılırdı. CENTOda çalışanlar derecelerine göre çağrılırdı. Örneğin, 6.dereceden aşağısı bu davetlere çağrılmazdı. Halbuki Pakistanlı ve İngiliz Shorthand Typist'ler bu toplantıların en ağır işçileriydi. Onların çağrılmaması beni çok üzerdi. Gece gündüz beraber çalıştığım insanları bırakıp bu davetlere gitmek bana çok zor gelirdi.
Genelde bu davetlerden erken ayrılırdım. Davet sahibinden özür diler, üzerimdeki gece elbisemle karargaha döner, o insanlarla birlikte olmayı tercih ederdim.
Onlar benim bu çemberi kırmamı ve eşitliği sağlamamı isterlerdi. Ama eski köye yeni adet getirmek kolay olmazdı.
***
1973 Tahran Toplantısı'nda Dr.Khalatbary bu kurala uymadı. Sadece kendi adına verdiği kokteyle değil "His Imperial Majesty Mohammad Reza Pahlavi Aryamehr Shahanshah of Iran"ın verdiği oturmalı akşam yemeğine de bu insanları davet etti.
Kokteyl salonunun kapısında Madame Khalatbary ile birlikte biz davetlileri karşılayan Dr.Khalatbary, benim elimi sıkarken "How are you, Miss Olcay" dedi.
Dr.Khalatbary CENTO Teşkilatı'ndan 1967'de ayrılmıştı ve o tarihten sonra ilk kez, 1973'de, benimle karşılaşıyordu.
Ve bana ismimle hitap ediyordu.
***
Humeyni, bu güzel insanı, emekliye ayrılmış olmasına karşın, astı.
Astığı haberi Ankara'ya geldiğinde Kamuran Gürün CENTO Genel Sekreteri'ydi. Odasına heyecanla girdim. Acı haberi verdim.
Madame Khalatbary'ye, tüm CENTO çalışanları olarak, bir başsağlığı mesajı gönderdik.
Ama kısa bir süre sonra telgrafımız, "bu adreste böyle biri oturmuyor" diye geri geldi.
Halbuki Madame Khalatbary Tahran'dan hiç ayrılmamıştı.
***
Toplantıların çok az sayıdaki kadınlarından biri olduğum için, çok zengin bir gardropla giderdim.
Gündüzleri ayrı, geceleri ayrı, kimi zaman kısa, kimi zaman uzun elbiselerimle hep şık, hep temiz ve hep bakımlı olurdum.
***
Her toplantı dönüşü CENTO Genel Sekreteri ve diğer üst düzey kişiler toplantıda emeği geçenlere teşükkür ederlerdi. Bu biraz da o kişilerin kişiliklerine göre değişirdi. Kimi bir genelge çıkartır toptan teşekkür ederdi. Kimi herkese tek tek yazardı ama bunlar, genelde, kalıp mektuplar olurdu. Kimi de hiç oralı olmazdı.
Benim birkaç özel teşekkür mektubum var.
1983 yılında yerleşmek üzere İstanbul'a geldiğimde iş başvurularımda kullanmak için hazırladığım Özgeçmiş'imin (CV) sonuna bu teşekkür mektuplarından bazılarını eklemiştim.
Bunlardan bir tanesini Sayın Nazmi Akıman yazmıştı.
1973 Tahran Dışişleri Bakanları Toplantısı dönüşünde almıştım.
Sayın Akıman, CENTO Genel Sekreteri'nin Politik ve İdari İşler Yardımcısı'ydı. Dışişleri Bakanlığı'na mensuptu. Yani diplomattı. CENTO'daki görevini tamamladıktan sonra Bakanlığa döndü ve Atina başta olmak üzere diğer dış temsilciliklerimizde büyükelçilik yaptı ve emekli oldu.
Sayın Akıman'ın mektubunu buraya kopyalamak istiyorum.
25 June 1973
Dear Miss Akkent,
I wish to thank you for your painstaking efforts during the last Ministerial Council Meeting in Tehran.
I feel sure that without your contribution the meeting could not have succeeded as it did.
I take special pride in confirming my personal confidence in you.
Yours sincerely,
(Nazmi Akıman)
Deputy Secretary General (P x A)
Miss Olcay Akkent
Chief Registry Officer,
CENTO.
***
İstanbul'da, freelance olarak çalışmaya başladığımda, VIP Turizim'in sahibi Fethi Pirinçcioğlu, bir uluslararası kongrede Dokümantasyon Koordinatörlüğü yapmam için beni bürosuna davet ettiğinde kendisine Özgeçmiş'imi vermiş, o okurken, ben de koltukta oturmuş, sonucu beklemiştim.
Sayın Pirinçcioğlu, okumasını bitirdikten sonra, "sizin Özgeçmiş yazmanıza gerek yok, sadece bu mektup yeterli" demişti.
***
Toplantı tarihine az bir zaman kala İran Dışişleri Bakanlığı'ndan CENTO Genel Sekreteri Nassır Assar'a bir yazı geldi. Toplantının bitiminde benim Tahran'da bir süre daha kalmam ve Department of International Cooperation için CENTO'daki Registry'nin benzeri bir Registry kurmam isteniyordu.
Genel Sekreter bu teklifi onayladı.
***
1973'de Dr. Abbas Ali Khalatbary İran Dışişleri Bakanıydı.
Bir zamanlar CENTO Genel Sekreteri olan Dr. Khalatbary hem CENTO'yu hem de bizleri çok severdi. Biz de onu. Gerek kendisi gerek eşi çok zarif insanlardı.
Bu toplantılar sırasında kokteyl ve yemek gibi davetler yapılırdı. CENTOda çalışanlar derecelerine göre çağrılırdı. Örneğin, 6.dereceden aşağısı bu davetlere çağrılmazdı. Halbuki Pakistanlı ve İngiliz Shorthand Typist'ler bu toplantıların en ağır işçileriydi. Onların çağrılmaması beni çok üzerdi. Gece gündüz beraber çalıştığım insanları bırakıp bu davetlere gitmek bana çok zor gelirdi.
Genelde bu davetlerden erken ayrılırdım. Davet sahibinden özür diler, üzerimdeki gece elbisemle karargaha döner, o insanlarla birlikte olmayı tercih ederdim.
Onlar benim bu çemberi kırmamı ve eşitliği sağlamamı isterlerdi. Ama eski köye yeni adet getirmek kolay olmazdı.
***
1973 Tahran Toplantısı'nda Dr.Khalatbary bu kurala uymadı. Sadece kendi adına verdiği kokteyle değil "His Imperial Majesty Mohammad Reza Pahlavi Aryamehr Shahanshah of Iran"ın verdiği oturmalı akşam yemeğine de bu insanları davet etti.
Kokteyl salonunun kapısında Madame Khalatbary ile birlikte biz davetlileri karşılayan Dr.Khalatbary, benim elimi sıkarken "How are you, Miss Olcay" dedi.
Dr.Khalatbary CENTO Teşkilatı'ndan 1967'de ayrılmıştı ve o tarihten sonra ilk kez, 1973'de, benimle karşılaşıyordu.
Ve bana ismimle hitap ediyordu.
***
Humeyni, bu güzel insanı, emekliye ayrılmış olmasına karşın, astı.
Astığı haberi Ankara'ya geldiğinde Kamuran Gürün CENTO Genel Sekreteri'ydi. Odasına heyecanla girdim. Acı haberi verdim.
Madame Khalatbary'ye, tüm CENTO çalışanları olarak, bir başsağlığı mesajı gönderdik.
Ama kısa bir süre sonra telgrafımız, "bu adreste böyle biri oturmuyor" diye geri geldi.
Halbuki Madame Khalatbary Tahran'dan hiç ayrılmamıştı.
***
İran, her zaman misafirlerini zengin sofralarda ağırlamıştır. O gece hepimiz Şah'ın davetlisiydik. Davetiyede böyle yazıyordu ama, doğal olarak, masada Şah yoktu. İran Dışişleri Bakanı Şah'ı temsil ediyordu.
Uzun bir T masa kurulmuştu. Bu T'nin dikeyinde bizler, yatayında da alfabetik sıraya göre Dışişleri Bakanları ile CENTO Genel Sekreteri oturuyordu.
***
Kapıdan girerken plandaki yerime baktım.
Sonra gittim yerime oturdum.
Yalnız benim yerim T'nin yatayına, yani Dışişleri Bakanlarının oturduğu yere, çok yakındı. Biraz huzursuz oldum. Acaba plana yanlış mı baktım diye düşünürken sol yanıma bir bey geldi oturdu ve kendini "Mr.Tavakoli" diye tanıttı.
Bu bey, toplantı bittikten sonra Registry'sini kuracağım kısmın Genel Müdürü'ydü. Bizi böyle bir ortamda tanıştırmak inceliğini göstermişler ve bu nedenle yan yana oturtmuşlardı. Mr.Tavakoli Büyükelçi olduğu için, dolaylı olarak ben de T'nin yatayına bu kadar yakındım.
***
Sol karşımda CENTO Genel Sekreteri'nin Politik ve İdari İşler Yardımcısı Nazmi Akıman, sağ karşımda gene CENTO Genel Sekreteri'nin Halkla İlişkiler Yardımcısı Sharif - ul - Hassan oturuyordu.
İran, her zaman misafirlerini zengin sofralarda ağırlamıştır. O gece hepimiz Şah'ın davetlisiydik. Davetiyede böyle yazıyordu ama, doğal olarak, masada Şah yoktu. İran Dışişleri Bakanı Şah'ı temsil ediyordu.
Uzun bir T masa kurulmuştu. Bu T'nin dikeyinde bizler, yatayında da alfabetik sıraya göre Dışişleri Bakanları ile CENTO Genel Sekreteri oturuyordu.
***
Kapıdan girerken plandaki yerime baktım.
Sonra gittim yerime oturdum.
Yalnız benim yerim T'nin yatayına, yani Dışişleri Bakanlarının oturduğu yere, çok yakındı. Biraz huzursuz oldum. Acaba plana yanlış mı baktım diye düşünürken sol yanıma bir bey geldi oturdu ve kendini "Mr.Tavakoli" diye tanıttı.
Bu bey, toplantı bittikten sonra Registry'sini kuracağım kısmın Genel Müdürü'ydü. Bizi böyle bir ortamda tanıştırmak inceliğini göstermişler ve bu nedenle yan yana oturtmuşlardı. Mr.Tavakoli Büyükelçi olduğu için, dolaylı olarak ben de T'nin yatayına bu kadar yakındım.
***
Sol karşımda CENTO Genel Sekreteri'nin Politik ve İdari İşler Yardımcısı Nazmi Akıman, sağ karşımda gene CENTO Genel Sekreteri'nin Halkla İlişkiler Yardımcısı Sharif - ul - Hassan oturuyordu.
Hepimizin önünde armalı porselen tabaklar, bir sürü altın çatal bıçaklar ve hepsinin ayrı işlevi olan bardaklar ve kadehler vardı.
Herkes yerini aldıktan sonra, T'nin iki ucundaki iki büyük kapı açıldı ve ellerinde gümüş tepsilerle siyah fraklar giymiş, beyaz eldivenli garsonlar ritmik hareketlerle bize doğru yaklaşmaya başladı.
Aynen filmlerde olduğu gibi.
Sağ yanımda duran garsonun iki eli ile zor taşıdığı kocaman gümüş kasenin içindeki havyardan nokta kadar aldım ve tabağımın kenarına koydum.
Herkes yerini aldıktan sonra, T'nin iki ucundaki iki büyük kapı açıldı ve ellerinde gümüş tepsilerle siyah fraklar giymiş, beyaz eldivenli garsonlar ritmik hareketlerle bize doğru yaklaşmaya başladı.
Aynen filmlerde olduğu gibi.
Sağ yanımda duran garsonun iki eli ile zor taşıdığı kocaman gümüş kasenin içindeki havyardan nokta kadar aldım ve tabağımın kenarına koydum.
Aslında havyarı çok severim. Ama ya üstüme başıma veya yere veya beyaz masa örtüsüne dökersem korkusundan o kadarcık alabildim.
İnsan o sırada herkesin kendisine baktığını zannediyor.
Halbuki annem, tam baloya gitmek üzere evden çıkarken saçımın kıvrımını beğenmediğim için tekrar içeri girmek istediğimde, "herkes sana mı bakacak" derdi.
Ben de, ağlamaklı, "niye bakmasınlar" derdim.
***
Garson soluma geçti ve Mr. Tavakoli'nin sağında durdu.
Mr. Tavakoli kepçe büyüklüğündeki kaşıkla aldığı havyarı tabağının ortasına lap diye boşalttı. Tam o sırada benim tabağımın kenarındaki havyar damlasını gördü. "Aman Madame ne yapıyorsunuz?" dedi ve garsonun bana tekrar servis yapmasını söyledi.
Garson geri döndü, sağıma geçti.
Ama senaryoda böyle bir mizansen olmadığı için, ritmik hareketlerle gelmekte olan garsonlarda bir yığılma oldu.
Düzen bozuldu.
Ben ter içinde kaldım.
Ve zannettim ki o anda herkes bana bakıyor.
Ah! annem yanımda yok ki, "herkes sana mı bakacak" desin ve ben hayatında ilk kez kimsenin bana bakmayacağı için sevineyim.
***
1973 Tahran toplantısının sonunda bizi, yani tüm delegeleri, Şiraz'a götürdüler.
Önce Persepolis'i ziyaret ettik. Şah, 13 Ekim 1971 günü Persepolis'in açılışını yapmış ve İmparatorluğunun 2500. yılını orada kutlamıştı.
Şiraz'a 60 kilometre uzak olan Persopolis'i anlatmak, benim için, çok zor.
En iyisi gidin, görün.
Onlarca kart almışım, keşke anılarımla beraber bir de albüm hazırlayabilsem.
O yıllarda basın, bu açılış törenine çok yer vermişti. Hatırlıyorum. Iran, dünyanın her tarafından gelen ikibin mi, üçbin mi, yoksa beşbin mi misafiri ağırlamıştı. Bu misafirler de sıradan insanlar değildi. İçlerinde krallar, kraliçeler, dükler, düşesler, sultanlar vardı.
Misafirler çadırda ağırlanmıştı. Ama bu büyüklükteki çadırın bir başka ismi olmalıydı. Notlarım arasında kaç metrekarelik bir alanı kapladığı, maalesef, yazılı değil.
1973'de çadır hala duruyordu ve bize temsili olarak anlatıyorlardı.
***
Persopolis'ten Şiraz'a dönünce önce Saadi'nin, sonra Hafez'in mezarlarını ziyaret ettik. (Onlar Hafez diyor. Biz Hafız deriz, değil mi?)
Hafız'ın mezarında çok duygulandım.
Ortaokul yıllarında bir şiir ezberlemiştik:
Rintlerin Akşamı.
İçimden, fatiha yerine, Yahya Kemal’in bu şiirini okumak geldi.
Ve okudum.
Gerçi Türkçe okuduğum için İranlılar pek birşey anlamadı.
Ama gene de ilgi ile dinlediler.
Hatta beni alkışladılar.
RİNDLERİN ÖLÜMÜ
Hafız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle
Gece; bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şiraz'ı hayal ettiren ahengiyle.
Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.
Gece orada kalmadığım için bülbülün sesini duymadım, ama her seher bir gül açtığı aşikardı, çünkü mezar gül bahçesi gibiydi.
***
Şiraz'da bizi bir saat için serbest bıraktılar. Tesadüfen bir kapalı çarşıya girdim. İnsanlar, tabii erkekler, oturmuş nargile içiyorlardı. Küçük dükkanlarda da takılar satılıyordu. Dükkanın birinde beyaz akik bir yüzük gördüm. Beyaz akike pek sık rastlanmadığı için hemen satın aldım ve parmağıma taktım. Satıcı kim olduğumu, nereden geldiğimi bilmeden bana siyah akik bir mühür gösterdi ve "Osmanlı" dedi. Nereden nereye. Onu da aldım. Ankara'ya dönünce onu da yüzük yaptırdım. Her ikisini aynı elimin parmaklarına yan yana takardım. Çok da severdim. Her kıyafetime de uyardı.
***
Annem, "akik çekilmeden kullanılmaz" derdi. Ve bir gün beni Cenap ağabey dediği bir akrabasının evine götürdü. Cenap ağabey, Çemberlitaş civarında bir yerde oturuyordu. Pek net hatırlamıyorum ama oralarda bir yerdeydi gibi geliyor. Sanki eski bir konağın üst katıydı. Ahşap, gıcırdayan bir merdivenle çıkmıştık. Çok yaşlı, saçları dağınık, üstü başı özensiz, ermiş gibi biriydi Cenap ağabey. Karmakarışık eşyaların ortasında, darmadağınık bir masanın başında oturuyordu. Omuzunda bir şal vardı. Herhalde üşüyordu. Çok ama çok zayıftı. Biraz korkutucu ve ürkütücü bir görüntüsü vardı. Veya bana öyle geliyordu.
Anılarımı yazarken, Cenap ağabeyin, Muzika - i Humayun'da saksafon çaldığını, Üveis (Maskar) dayımın bir notundan öğrendim. Cenap ağabey aynı zamanda hafız. Dedem Hüseyin Mazhar beyin yakın akrabası.
Annem, Cenap ağabeye birkaç akik taş verdi.
İnsan o sırada herkesin kendisine baktığını zannediyor.
Halbuki annem, tam baloya gitmek üzere evden çıkarken saçımın kıvrımını beğenmediğim için tekrar içeri girmek istediğimde, "herkes sana mı bakacak" derdi.
Ben de, ağlamaklı, "niye bakmasınlar" derdim.
***
Garson soluma geçti ve Mr. Tavakoli'nin sağında durdu.
Mr. Tavakoli kepçe büyüklüğündeki kaşıkla aldığı havyarı tabağının ortasına lap diye boşalttı. Tam o sırada benim tabağımın kenarındaki havyar damlasını gördü. "Aman Madame ne yapıyorsunuz?" dedi ve garsonun bana tekrar servis yapmasını söyledi.
Garson geri döndü, sağıma geçti.
Ama senaryoda böyle bir mizansen olmadığı için, ritmik hareketlerle gelmekte olan garsonlarda bir yığılma oldu.
Düzen bozuldu.
Ben ter içinde kaldım.
Ve zannettim ki o anda herkes bana bakıyor.
Ah! annem yanımda yok ki, "herkes sana mı bakacak" desin ve ben hayatında ilk kez kimsenin bana bakmayacağı için sevineyim.
***
1973 Tahran toplantısının sonunda bizi, yani tüm delegeleri, Şiraz'a götürdüler.
Önce Persepolis'i ziyaret ettik. Şah, 13 Ekim 1971 günü Persepolis'in açılışını yapmış ve İmparatorluğunun 2500. yılını orada kutlamıştı.
Şiraz'a 60 kilometre uzak olan Persopolis'i anlatmak, benim için, çok zor.
En iyisi gidin, görün.
Onlarca kart almışım, keşke anılarımla beraber bir de albüm hazırlayabilsem.
O yıllarda basın, bu açılış törenine çok yer vermişti. Hatırlıyorum. Iran, dünyanın her tarafından gelen ikibin mi, üçbin mi, yoksa beşbin mi misafiri ağırlamıştı. Bu misafirler de sıradan insanlar değildi. İçlerinde krallar, kraliçeler, dükler, düşesler, sultanlar vardı.
Misafirler çadırda ağırlanmıştı. Ama bu büyüklükteki çadırın bir başka ismi olmalıydı. Notlarım arasında kaç metrekarelik bir alanı kapladığı, maalesef, yazılı değil.
1973'de çadır hala duruyordu ve bize temsili olarak anlatıyorlardı.
***
Persopolis'ten Şiraz'a dönünce önce Saadi'nin, sonra Hafez'in mezarlarını ziyaret ettik. (Onlar Hafez diyor. Biz Hafız deriz, değil mi?)
Hafız'ın mezarında çok duygulandım.
Ortaokul yıllarında bir şiir ezberlemiştik:
Rintlerin Akşamı.
İçimden, fatiha yerine, Yahya Kemal’in bu şiirini okumak geldi.
Ve okudum.
Gerçi Türkçe okuduğum için İranlılar pek birşey anlamadı.
Ama gene de ilgi ile dinlediler.
Hatta beni alkışladılar.
RİNDLERİN ÖLÜMÜ
Hafız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle
Gece; bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şiraz'ı hayal ettiren ahengiyle.
Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.
Gece orada kalmadığım için bülbülün sesini duymadım, ama her seher bir gül açtığı aşikardı, çünkü mezar gül bahçesi gibiydi.
***
Şiraz'da bizi bir saat için serbest bıraktılar. Tesadüfen bir kapalı çarşıya girdim. İnsanlar, tabii erkekler, oturmuş nargile içiyorlardı. Küçük dükkanlarda da takılar satılıyordu. Dükkanın birinde beyaz akik bir yüzük gördüm. Beyaz akike pek sık rastlanmadığı için hemen satın aldım ve parmağıma taktım. Satıcı kim olduğumu, nereden geldiğimi bilmeden bana siyah akik bir mühür gösterdi ve "Osmanlı" dedi. Nereden nereye. Onu da aldım. Ankara'ya dönünce onu da yüzük yaptırdım. Her ikisini aynı elimin parmaklarına yan yana takardım. Çok da severdim. Her kıyafetime de uyardı.
***
Annem, "akik çekilmeden kullanılmaz" derdi. Ve bir gün beni Cenap ağabey dediği bir akrabasının evine götürdü. Cenap ağabey, Çemberlitaş civarında bir yerde oturuyordu. Pek net hatırlamıyorum ama oralarda bir yerdeydi gibi geliyor. Sanki eski bir konağın üst katıydı. Ahşap, gıcırdayan bir merdivenle çıkmıştık. Çok yaşlı, saçları dağınık, üstü başı özensiz, ermiş gibi biriydi Cenap ağabey. Karmakarışık eşyaların ortasında, darmadağınık bir masanın başında oturuyordu. Omuzunda bir şal vardı. Herhalde üşüyordu. Çok ama çok zayıftı. Biraz korkutucu ve ürkütücü bir görüntüsü vardı. Veya bana öyle geliyordu.
Anılarımı yazarken, Cenap ağabeyin, Muzika - i Humayun'da saksafon çaldığını, Üveis (Maskar) dayımın bir notundan öğrendim. Cenap ağabey aynı zamanda hafız. Dedem Hüseyin Mazhar beyin yakın akrabası.
Annem, Cenap ağabeye birkaç akik taş verdi.
Cenap ağabey, bir kağıt açtı ve taşları teker teker kağıdın kenarına yerleştirdi. Bu kağıdın üzerinde çizgiler, resimler, yazılar vardı. Sonra bir dua okudu. Taşlar kendi kendilerine yürüdü ve her biri bir başka yerde durdu.
İster inanın ister inanmayın, ben ilkokul üçüncü sınıf öğrencisiydim, dokuz yaşlarındaydım. Yani bu olayı hatırlayacak bir yaştaydım. Gözlerimle gördüm.
Cenap ağabey her bir taşı ayrı ayrı tefsir etti (yorumladı). Her birini ayrı bir kağıda sardı. Üzerlerine yazdı. Anneme verdi.
Annem aile içinde ve dışında şu veya bu nedenle başı sıkışanlara bu taşları verirdi.
Annem çok eskiden, gene böyle bir akik çektirmiş. "Harpte nusret bula" diye tefsir etmiş Cenap ağabey.
Annem kurtuluş savaşı sırasında o taşı koynunda taşıdığını söylerdi.
***
İnsan ne olsa etki altında kalıyor. Çünkü çekilmemiş akikleri parmaklarımda taşıyordum. Beyaz ve siyah akik yüzüklerimi çok seviyor olmama rağmen içimde hep bir "acaba" vardı. O yüzükleri, nedense, çok sık kaybediyordum ve her seferinde birileri bulup bana getiriyordu.
İster inanın ister inanmayın, ben ilkokul üçüncü sınıf öğrencisiydim, dokuz yaşlarındaydım. Yani bu olayı hatırlayacak bir yaştaydım. Gözlerimle gördüm.
Cenap ağabey her bir taşı ayrı ayrı tefsir etti (yorumladı). Her birini ayrı bir kağıda sardı. Üzerlerine yazdı. Anneme verdi.
Annem aile içinde ve dışında şu veya bu nedenle başı sıkışanlara bu taşları verirdi.
Annem çok eskiden, gene böyle bir akik çektirmiş. "Harpte nusret bula" diye tefsir etmiş Cenap ağabey.
Annem kurtuluş savaşı sırasında o taşı koynunda taşıdığını söylerdi.
***
İnsan ne olsa etki altında kalıyor. Çünkü çekilmemiş akikleri parmaklarımda taşıyordum. Beyaz ve siyah akik yüzüklerimi çok seviyor olmama rağmen içimde hep bir "acaba" vardı. O yüzükleri, nedense, çok sık kaybediyordum ve her seferinde birileri bulup bana getiriyordu.
Yani yüzüklerden kurtulamıyordum.
***
1987'de Üçgen İnşaat Şirketi'nden ayrılmış, Free Lance olarak çalışmaya başlamıştım. Kısa bir süre sonra Şirket beni on beş gün için tekrar istedi. Antalya'da yapılacak Kiriş Oteli'nn inşaatını almışlardı. Temel atma töreni öncesinde ve sonrasında, Genel Müdür'ün eşi Gül Kaya ile birlikte Halkla İlişkiler yapacaktım.
***
1987'de Üçgen İnşaat Şirketi'nden ayrılmış, Free Lance olarak çalışmaya başlamıştım. Kısa bir süre sonra Şirket beni on beş gün için tekrar istedi. Antalya'da yapılacak Kiriş Oteli'nn inşaatını almışlardı. Temel atma töreni öncesinde ve sonrasında, Genel Müdür'ün eşi Gül Kaya ile birlikte Halkla İlişkiler yapacaktım.
Temeli zamanın Başbakanı Turgut Özal atacaktı.
Misafirlerimiz için özel uçak kiralamıştık. Tören sonrasında misafirlerle beraber dönecektik.
Fakat ben, Visitur'un çok sevdiğim sahipleri Talha ve İlknur Çamaş'ın vereceği akşam yemeğine davetliydim. Eğer grupla beraber dönersem bu davete yetişemiyecektim. Bu nedenle gruptan bir gün önce ayrılmak ve gene bu tören için İsviçrelilerin kiraladıkları özel uçak ile İstanbul'a dönmek istiyordum.
Durumu patronlara açıkladım.
Kabul ettiler.
***
Uçakta bizi çok güzel ağırladılar. İsviçre çikolataları, kanapeler, içkiler ikram ettiler ve akşam yemeği verdiler. Yemekte deniz ürünleri vardı Yemekten sonra çantamdan kolonyalı kağıt mendilimi çıkardım. Ellerimi temizledim. Temizlemeden önce de her iki yüzüğümü çıkardım. Oturduğum koltuğun kenarına koydum.
Misafirlerimiz için özel uçak kiralamıştık. Tören sonrasında misafirlerle beraber dönecektik.
Fakat ben, Visitur'un çok sevdiğim sahipleri Talha ve İlknur Çamaş'ın vereceği akşam yemeğine davetliydim. Eğer grupla beraber dönersem bu davete yetişemiyecektim. Bu nedenle gruptan bir gün önce ayrılmak ve gene bu tören için İsviçrelilerin kiraladıkları özel uçak ile İstanbul'a dönmek istiyordum.
Durumu patronlara açıkladım.
Kabul ettiler.
***
Uçakta bizi çok güzel ağırladılar. İsviçre çikolataları, kanapeler, içkiler ikram ettiler ve akşam yemeği verdiler. Yemekte deniz ürünleri vardı Yemekten sonra çantamdan kolonyalı kağıt mendilimi çıkardım. Ellerimi temizledim. Temizlemeden önce de her iki yüzüğümü çıkardım. Oturduğum koltuğun kenarına koydum.
Sonra onları orada unuttum.
Uçaktan indim.
Bir taksiye bindim.
Ve yüzüklerimin parmaklarımda olmadığını gördüm.
Çamaş ailesine hemen durumu anlattım. Seyahat şirketi oldukları için herkesi tanıyorlardı. Derhal hava meydanını aradılar. Uçak ertesi sabah, boş olarak Kıbrıs'a gidecek ve oradan yolcu alıp Ankara'ya dönecekti. Bu nedenle biz indikten sonra, uçak pistin dışına çekilmişti. O dakika yapılacak bir şey yoktu.
Uçaktan indim.
Bir taksiye bindim.
Ve yüzüklerimin parmaklarımda olmadığını gördüm.
Çamaş ailesine hemen durumu anlattım. Seyahat şirketi oldukları için herkesi tanıyorlardı. Derhal hava meydanını aradılar. Uçak ertesi sabah, boş olarak Kıbrıs'a gidecek ve oradan yolcu alıp Ankara'ya dönecekti. Bu nedenle biz indikten sonra, uçak pistin dışına çekilmişti. O dakika yapılacak bir şey yoktu.
Ben, o gece yüzüklerime rağmen çok hoş vakit geçirdim.
Ertesi sabah uçak Atatürk Hava Meydanı'ndan havalandı. İçindeki mürettabat ve benim yüzüklerimle beraber Akdeniz'e düştü.
Kurtulan olmadı.
***
İran'a, 1961'den 1977'ye kadar beş kez gittiğim halde hiç Turkuaz almadım. Çünkü bizim ailede Turkuaz uğursuz bilinirmiş.
Kim istediyse ona getirdim.
Kendime almadığıma şaşanlara da ailemizin böyle bir saplantısı olduğunu söylerdim. Onlar da "İran'da dağlar taşlar Turkuaz, eğer birşey olsaydı İran'a olurdu" diye benimle alay ederlerdi.
Sonunda İran'a olanlar oldu.
Ama Turkuazdan mı oldu bilmiyorum.
Kurtulan olmadı.
***
İran'a, 1961'den 1977'ye kadar beş kez gittiğim halde hiç Turkuaz almadım. Çünkü bizim ailede Turkuaz uğursuz bilinirmiş.
Kim istediyse ona getirdim.
Kendime almadığıma şaşanlara da ailemizin böyle bir saplantısı olduğunu söylerdim. Onlar da "İran'da dağlar taşlar Turkuaz, eğer birşey olsaydı İran'a olurdu" diye benimle alay ederlerdi.
Sonunda İran'a olanlar oldu.
Ama Turkuazdan mı oldu bilmiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder