8 Nisan 2010 Perşembe

25.3.4.7 WASHINGTON - 1970 (DIŞİŞLERİ BAKANLARI TOPLANTISI)

17. Dışişleri Bakanları Toplantısı, 14-15 Mayıs tarihlerinde, Washington'da yapılacaktı. Her zaman olduğu gibi hazırlandım. Tabii yalnız götüreceğim dokümanları değil, kendimi de hazırladım. İlk kez Atlantiği aşacaktım.

Amerika Türkler için yabancı değildi. Gidenlerin anlattıkları, filmlerde gördüklerimiz, kitaplarda ve dergilerde okuduklarımız ile Amerika'yı tanıyorduk. Ayrıca, Ankara'da yaşayan Amerikalılar ile iş yerinde birlikte çalıştığımız Amerikalılar da bize Amerika ve Amerikalı hakkında yeterince bilgi veriyordu. Kimimiz onları çok seviyor, kimimiz onlardan nefret ediyorduk. Kimimiz onların yaşama biçimini kopyalıyor, kimimiz eleştiriyorduk. Kimimiz onlarla evlenmeye can atıyor, kimimiz bunu karşı çıkıyorduk.

Ben, Amerikalıya değil, Amerikan yönetimine karşıydım. Bugün de öyleyim. Amerika, eğer bir gün, dünyanın jandarması olma sevdasından vazgeçerse, Amerikan yönetimi hakkındaki düşüncelerimi yeniden gözden geçirebilirim.

Her ne kadar Amerika hakkında yeterli bilgiye sahip olsam da gene de uygar bir insan olarak Ankara'daki Amerikan Haber Alma Merkezi'ne (USIS) başvurdum ve bana broşür göndermelerini rica ettim. Gelen belgelerin tamamı korkutucu ve ürkütücüydü. "Aman sakın hava kararınca Central Park'a gitme" diye başlıyor, insanı adeta gitmeye teşvik ediyordu. Söz dinlemenin zamanı değildi. Ok yaydan çıkmıştı. Amerika'ya gidilecek, Central Park'a da uğranacaktı. Hem de hava kararınca. Yoksa, merak kediyi öldürürdü.

Saat farkı nedeniyle, uyku düzenimizin bozulacağını düşünen büyüklerimiz, bizi toplantıdan birkaç gün önce Amerika'ya götürdüler.

Ankara - İstanbul - Londra - New York üzerinden Washington'a ulaştık. Benim gibi uçaktan korkan, özellikle iniş ve kalkışlarda ödü kopan biri için, bu kadar çok istasyona uğramak, büyük ızdıraptı. Ama seyahat aşkı. Katlanacaktım.

Atlantik'i geçerken içim sıkılır zannetmiştim.

Örneğin, aşağısı deniz, yukarısı bulut.

Fakat öyle olmadı.

Zaman dediğiniz nedir ki, nerede olsa çabuk geçer.

***
New York'da, Laguardia Hava Meydanı'na indik. Çok sıkı bir pasaport kontrolünden geçtik. Bavullarımızı beklemeğe başladık. Herkesin bavulu geldi, benin bavullarım gelmedi.

Amerika, üzme beni.

Tam o sırada bir de ne göreyim, güneş batıyor.

Ben nerede olsam batan güneşi seyrederim.

Bavullar nasıl olsa yok, bari gurubu kaçırmayayım dedim.

Çıktım dışarı.

Tanrım, ben bu kadar batan güneş gördüm, ama böyle tepsi gibi kocamanını hiç görmedim.

Acaba ben dünyanın neresindeyim ?

***
Bagaj memuru, bana üzerinde çeşitli bavul resimleri olan bir broşür gösterdi.

Acaba benim bavullarım, bu bavullardan hangisine benziyordu?

Bavullarımı çok seviyordum.

1961'de Beyrut'tan almıştım.

İngiliz malı.

Domuz derisi.

Broşürü inceledim.

Bir tanesini işaretledim.

Acaba bavulların içindeki eşyalarımdan en ilginç olanını şuraya yazar mıydım?

Benim her şeyim ilginçtir.

Hangisini yazayım?

"Maron uzun gece elbisesi" dedim.

Adam çok ilginç buldu.

***
Herkes bavullu, ben bavulsuz iç hatlara gittik ve bizi Washington'a götürecek olan uçağa bindik. Artık güneş battığı için, ben bavulsuzluğun ne demek olduğunu yavaş yavaş anlamaya başladım. İçinde annemin ördüğü üç kroşe elbise var. Biri mavi (chemisier) midi, biri nar çiçeği (apresmidi) mini, diğeri mor (chanel) tayyör.

Hepsi el emeği, göz nuru şeyler.

Hiçbiri giyilmemiş.

Hepsi bu kadar değil.

İki uzun tuvalet, iki de kokteyl elbisesi.

Tüm bunlar Washington toplantısı için diktirilmiş.

Ve daha pek çok şey.

Çünkü toplantı sonrası, New York'da iki hafta tatil yapacağım. Sonra Londra ve Paris'e ikişer gün için uğrayacağım. Sonra Hameln'e (Almanya) gideceğim ve bir dost evinde bir hafta kalacağım. Sonra Münih'te Melek'le buluşacağım.

Bu kadar uzun bir seyahat için ayırdığım bütçemde alış - verişe yer yok. O nedenle iki bavulla gidiyorum. Toplantı için olanlar, seyahat için olanlar. Hepsi yanımda. Ayrıca, bavulumda gümüş takılarım var. Tabii ilaveten her gittiğim ev için aldığım çeşit çeşit hediyeler.

***
En önemlisi, akşam otelde, dişlerimi fırçalayacak fırçam yok.

Bize refakat eden CENTO'nun Amerikalı Muhasebe Müdürü (Director of Finance) Mr.Reberg benden daha üzgün.

Kısa sürede anlaşıldı ki, Ankara Esenboğa'da British Air Lines'ın masasında görev yapan, uzun tırnaklı, kırmızı ojeli, her bir parmağı ayrı yüzüklü hanım, iki defa ikaz etmeme karşın, benim bavullarıma, "Washington Via London" yerine, sadece "London" etiketi yapıştırmış.

Halbuki biz Londra hava meydanında tam beş saat PANAM uçağına aktarma olmak için bekledik. İnsanın hiç aklına gelir mi bavullarım acaba bindi mi diye sormak. Çünkü bu işler hava şirketleri tarafından yapılıyor.

Sözün kısası benim bavullar Londra hava meydanında kalmış.

***
PANAM, bavulları hemen getirteceğini söyledi.

Zavallı Mr. Reberg, her gün, iki kez, hava meydanına gitti.

Uçak geldi, ama benim bavullar gelmedi.

Artık benim üstüm başım acıklı bir hal almaya başladı.

Ankara'dan çıktığım gibiyim.

Halbuki hakkım varmış. Bir mağazaya gider, istediğim gibi alış - veriş yapar, faturayı da ilgili hava şirketine ödettirirmişim. Bunun böyle olduğunu çok sonra söylediler.

***
Toplantıya bir gün kala benim bavullar geldi.

Washington hava meydanından telefon ettiler.

Bavulları nereye gönderelim diye sordular.

"Roger Smith Oteli'ndeki odamın tam ortasına" dedim.

Aynen yaptılar.

***
İki kez gittim Amerika'ya. Benim şansıma, ikisinde de, Washington'a vardığımız gün, büyük katılımlı gösteriler vardı. İlkinde, 1970'de, pek sorun olmadı. Hemen bir "limousine" bulduk. 1974'de ise çok zor oldu. Amerika burnumuzdan geldi.

Neyse,1974'ü sonra anlatırım, şimdi 1970'deyiz.

Washington'daki hava meydanı şehir merkezine uzaktı. Yolun her iki tarafı, yeşil bir halı gibi, çimle kaplıydı. Keyifle seyrettim.

Halktan biri ile sohbet etmek amacıyla, öne şoförün yanına oturdum.

Adam bana durumu anlattıktan sonra, "sakın yalnız sokağa çıkma" dedi.

"Ama" dedim, "ben otelde oturmaya gelmedim ki."

"O zaman" dedi "yanında biri olsun, ama benim gibi."

Arabadan inerken adama baktım maaşallahı vardı.

***
Kalacağımız otel, karargah olarak kullanacağımız Department of State'e (Dışişleri Bakanlığı) çok yakındı. Yürüyüş mesafesindeydi. Ama Amerika'da insanları yürütmüyorlar ki.

İkramdan değil.

Terör korkusundan.

Bir akşam sinemaya gidecektim Otelin müdürüne sinemanın yerini sordum. Müdür önce "gitme" dedi. Baktı ben kararlıyım kendi eliyle beni bir taksiye bindirdi. Ayrıca tembih de etti. "Film bitince sinemanın müdürüne git. Bu otelde kaldığını söyle. O da seni, benim gibi kendi eliyle taksiye bindirsin" dedi.

Otel müdürünün sözünü dinledim. Sinemanın müdürü, beni yanında tuttu, bekletti. Müşterilerin tamamı çıkınca, emin olduğuna inandığı bir taksiye bindirdi.

Halbuki otel ile sinemanın arasında sadece bir blok vardı.

***
Ertesi sabah işe gitmeyecektik.

Uyumak için bir gün tatilimiz vardı.

Kim uyur?

Aklım bir gün önce hava meydanında duyduğum Savaş Karşıtları Gösterisindeydi. (Anti - war Demostration.)

Ama nerede olduğunu bilmiyordum. 

Sokağa çıktım.

Köşeyi döndüm.

Askeri jipleri gördüm.

Peşlerine takıldım.

Bir parka geldik.

Lafayette Park'ı görünce tanıdım.

Hani ağaçlarının dallarında sincapların zıpladığı park.

Beyaz Saray'ın önüne barikat kurulmuştu.

Barikata kadar herkes her istediğini yapmakta özgürdü.

Ama barikatı aşan olursa, polisin yakalama hakkı vardı.

Kimse aşmıyordu barikatı.

Demek cezası büyüktü.

Parkta polisler dolaşıyordu.

Ama sadece gözlüyorlardı.

İnsanlar bağırıyor, konuşuyor, gülüşüyor, dövüşüyor, sevişiyordu.

Bir şenliktir gidiyordu.

Günümü orada, onlarla geçirdim.

Ertesi günü, toplantıdan sorumlu, Amerikalı Conference Officer'a bir gün önce yaşadıklarımı anlattım. Adamın gözleri büyüdü. Siz, Miss Akkent, Chief Registry Officer, Lafayette Park'ta, teröristlerle birlikte...

Olacak şey mi?

***
1970 yılında, Ardeshir Zahedi İran Dışişleri Bakanı'ydı.

Zahedi, aynı zamanda İran Şahı'nın kızı ile evliydi.

Washington'daki Büyükelçilik'te bir davet verdi.

Büyükelçilik uzakta bir yerdeydi.

Benim kendi kendime gitmeme olanak yoktu.

Her zaman olduğu gibi Mr. Taghavy ve Mr. Rajabzadeh beni götürme inceliğini gösterdiler.

Giderken de, "en fazla yarım saat kalacağız, ona göre" dediler.

Çünkü, Mr. Rajabzadeh'nin karısı hastaydı ve otelde yatıyordu.

Biz o davette sabahladık.

Ama ben masumum.

Her yarım saatte bir Mr. Taghavy'ye gittim.

"Gidiyor muyuz" dedim.

"Birazdan" dedi.

***
Bu daveti anlatmak çok zor.

Önce ikramdan söz etmeliyim. Ben çok davete gittim. Çok sofrada oturdum. Ama böylesini hiç görmedim. Herhalde hayatımın sonuna kadar da görmeyeceğim.

Uzun bir süre elimi sürmeden kocaman kayık tabaklarının içindeki yemekleri seyrettim.

Sonra acaba hangisinden başlayayım diye masanın etrafında dolandım.

Daha sonra, ertesi sabah kusmak pahasına, hepsinden ama hepsinden tatmaya karar verdim.

Ve ertesi sabah gerçekten kustum.

Bu sofra sabaha kadar hiç boşalmadı. Bir kez kaşık değmiş koca kayık tabakları bile, hemen içeri gitti ve yerine hiç el sürülmemiş yenileri geldi.

Sabaha kadar Büyükelçiliğin salonlarını gezdim ama her fırsatta bu açık büfenin bulunduğu yere gelip masanın durumunu inceledim.

***
Gece yarısından sonra dans başladı.

CENTO'da Halkla İlişkiler Kısmı'nda birlikte çalıştığım Mr.Yazdanpanah Büyükelçilik'te Kültür Ataşesi'ydi. Beni dansa kaldırdı. Kendisine bu davetin ne zaman biteceğini sordum. "Miss Akkent, bizim davetlerimiz sabah kahvaltısı ile biter" dedi.

İftiharla.

Zahedi geceyi bir anısını anlatarak açtı.

Önce yanında duran hanıma sarıldı, sonra devam etti.

"Buraya Üçüncü Katip olarak atandığımda santralde bu güzel hanım çalışıyordu.

İlgilenmek istedim.

Beni uyardılar.

"O, Büyükelçinindir" dediler.

Yıllar sonra buraya büyükelçi olarak geldim.

Bu hanım hala santralde çalışıyordu.

Ben gene ilgilenmek istedim.

Beni gene uyardılar.

"O, Üçüncü Katibindir" dediler.

"Yani ben bu hanıma hiç bir zaman sahip olamadım" dedi.

Belki o hanıma sahip olamamıştı ama, o gece bütün hanımlara sahipti.

Daha doğrusu hanımlar, Zahedi'nin kendilerine sahip olması için can atıyorlardı.

***
İranlı hanımlar hem şık hem de güzeldi.

İran Hükümeti Büyükelçilikteki diplomatların eşlerine çok cömert davranıyordu.

Elbiseleri, berberleri, bilmiyorum daha başka neleri, devlet bütçesinden karşılanıyordu.

Çünkü onlar İran'ı temsil ediyorlardı.

Görüntüleri iyi, hatta çok iyi olmalıydı.

***
Zahedi, bütün gece elinde bir tabak krep ve bir çatalla dolaştı. Önce kendisi bir çatal alıyor, sonra çatalını krepe daldırıp salondaki kadınlardan birinin ağzına uzatıyordu. Sonra gene kendisi, sonra gene kadınlardan biri.

Kadınlar, istisnasız, Zahedi'nin çatalını sabırsızlıkla bekliyorlardı.

***
Çok uzun boylu, sarışın, Amerikalı bir hanım, kahverengi - siyah karışımı şifon bir gece elbisesi giymişti.

Çorapları kahverengi, ayakkabıları siyahtı.

Belinde yere kadar uzanan, elbisesinin kumaşından yapılmış ucu püsküllü bir kuşak vardı.

Yadırgadım.

Çünkü, ilk kez kahverengi ve siyahın birlikte kullanıldığını görüyordum.

Hiç beğenmedim.

"Ben kesinlikle bu iki rengi bir arada giymem" dedim.

***
Amerika dönüşü Paris'e uğradım.

Sevgili Abidin Dino, "Anlatın bakalım, Amerika'da hangi renkler moda" dedi.

Küçümseyerek, "Kahverengi - Siyah" dedim.

Tam o sırada gözüm kendime takıldı.

Üzerimde, kahverengi - siyah şömiziye bir elbise,

ayağımda kahverengi çorap

ve siyah ayakkabı vardı.

Çok şaştım.

Bu iki rengi kullanmaya başlamıştım bile.

***
1970'te yalnız giyside değil mobilyada da bu iki renk birlikte kullanılıyordu Amerika'da.

Washington'dan New York'a geldiğimde, zengin bir Amerikalının evinde, tümü kahverengi ile döşenmiş bir odanın uzak bir köşesinde, siyah bir iskemle koltuk duruyordu.

Bilhassa konmuştu.

Çünkü modaydı.

***
Washington, küçük bir şehirdi. Buna rağmen, zamandan kazanmak için Sight Seeing Tour yaptım.

Library of Congress, Capitol, The Washington Monument, Jefferson Memorial, Tomb of the Unknowns, U.S.Marine Corps War Memorial, Grave of John F. Kennedy (Arlington National Cemetery), Home of George Washington (Mount Vernon) gördüklerim arasında.

Mount Vernon'a otobüsle gittik. Vapurla döndük. Yolda çok tatlı, oldukça yaşlı Amerikalı bir karı - koca ile tanıştım. Pek güzel ahbaplık ettik. Resimlerini çektim. Uzunca bir süre yazıştık.

"Alice's Restaurant", " Midnight Cowboy", "Styricon" filmlerini gördüm.

National Galery'yi gezdim. Büyük bir hayranlıkla.

Leonardo Da Vinci'nin "Ginevra de Benci" adlı tablosunun kartını almışım. Demek ki çok beğenmişim.

***
14 Nisan 1865'de, Ford Theatre'da "Our American Cousin" oyunu oynanırken öldürülmüş Lincoln.

Tiyatroyu bize gezdiren rehberin canlandırdığı ölüm anını dinledikten sonra Lincoln'ün anıtına bir kez daha gittim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder