8 Nisan 2010 Perşembe

25.3.1 KURULUŞ VE İŞLEYİŞ

CENTO’da işe başlamadan önce Dışişleri Bakanlığı anılarıma devam etmek istiyorum.

Bağdat Paktı, 24 Şubat 1955'de İran, Irak, Pakistan, Türkiye, İngiltere ve ABD tarafından kurulmuş ekonomik ve askeri bir kuruluştu. ABD tam üye değildi.

Temmuz 1958'de Irak'ta yapılan ihtilalden sonra Pakt'ın sekretaryası geçici olarak Ankara'ya geldi. Sonra Ankara daimi merkez oldu ve Irak'ın Pakt'tan tamamen ayrılmasından sonra da adı Central Treaty Organization - CENTO (Merkezi Antlaşma Teşkilatı) olarak değiştirildi.

Türk Hükümeti, yeni TBMM Binası'nın bir kanadını CENTO'ya çalışma yeri olarak verdi. CENTO, sekretaryasını genişletmek için yeni elemanlara ihtiyaç duydu.

***
Ben, Dışişleri Bakanlığı NATO Dairesi'nde "Lisan Bilir Daktilo" kadrosunda E Cetveli'ne bağlı olarak çalışıyordum. Bu Cetvel, Mart ayından Mart ayına bütçeye konurdu ve bizim aylık alabilmemiz için de tüm Bakanlar Kurulu üyelerinin ilgili kararnameyi imzalamaları gerekirdi. Devletin vatandaşını düşünmek gibi bir adeti, Hükümet mensuplarının da masalarının başında oturmak gibi bir alışkanlıkları olmadığı için E Cetveli'nde çalışanlar aylarca maaş alamazlardı.

Kimsenin kılı kıpırdamazdı.

Biz mağdurlar, ancak kendi aramızda, o da alçak sesle, konuşurduk. Ne Sivil Toplum Örgütleri, ne "Arena", ne "Ceviz Kabuğu", ne de "Olacak O Kadar" gibi programlar vardı. Zaten Televizyon yoktu. Yazılı basında bir Çetin Altan vardı. Yoksa, henüz o da mı yoktu?

NATO Dairesi'nde birlikte çalıştığım, sonra ayrılarak Bağdat Paktı'na giden ve Irak'taki ihtilalden sonra tekrar Ankara'ya gelen arkadaşım Gülseren (Gönenç) Ramazanoğlu, bir gün bana CENTO'nun "Turkish Copy Typist" aradığını söyledi.

Acaba ister miydim?

Dışişleri Bakanlığı'nda çalışmak belki bir ayrıcalıktı, ama CENTO da uluslararası bir kuruluştu. Ayrıca, Dışişleri Bakanlığı'nda 450 TL alıyordum, CENTO bana 1200 T.L verecekti.

Hem de her ayın 27'sinde.

Muhakkak, verecekti.

Hayatımda artık Bakanlar Kurulu olmayacaktı.

Gülseren'e kabul ettiğimi söyledim.

Bunun üzerine Gülseren, Dışişleri Bakanlığı'nda CENTO Masası Müdürü olan Başkatip İlter Türkmen'le görüştü. İlter bey olumlu yanıt verdi.

***
Daktilodan imtihan olacaktım.

NATO Dairesi'nde hiç kimseye hiçbir şey söylemedim. O sabah işe giderken annemin sevgili dostu terzi Afife Ecevit'in diktiği füme lastikotin tayyörümü giydim. Şube Müdürü Başkatip Salih Güler beni sabah sabah o kadar şık görünce, "nikaha mı gidiyorsunuz" dedi. Böylece izin almak için mazeret bulma derdinden kurtulmuş oldum.

Saat 11.00'de nikaha gider gibi çıktım. Yeni TBMM Binası'na gittim. Fakat bir aksilik oldu. Türkçe klavyeli daktilo makinesi orada bulunamadı. Beni imtihan edecek olan Pakistanlı Mr.Ahmad Din (Supervisor of Typing Pool) ile birlikte Dışişleri Bakanlığı'na geldik. Üçüncü kata çıktık. Benim çalıştığım odanın tam bitişiğindeki odaya girdik. Ben hemen kapıyı kapattım.

İki odanın arasında sadece bir duvar vardı. Allahtan vardı. Ve bu bir tuğla duvardı. Ya cam bir bölme olsaydı?

Ben daktiloda iki parmakla yazardım. Ama çok süratli yazardım Ayrıca çok temiz, çok şık ve hiç yanlışsız yazardım.

Bu vasıflarımla ünlenmiştim NATO Dairesi'nde.

Daha başka vasıflarım da vardı. Örneğin, 1982 yılında, Dışişleri Bakanlığı'nda Müsteşar Kamuran Gürün'ün Özel Kalemi'nde randevu sıramı beklerken kapıdan içeri 1958 yılında Şube Müdürü olan Salih Güler girdi. Hem Büyükelçi hem de Personel Dairesi Genel Müdürü olmuştu. Göz göze geldik. Ben hemen ayağa kalktım, "beni hatırladınız mı, efendim" dedim. Salih bey, "sizi nasıl hatırlamam, daha dün, sekreter hanımlara, 'bizim bir Olcay Hanımımız vardı, verdiğimiz müsveddeleri önce okur, sonra yanlışlarımızı düzeltir, ondan sonra yazardı' dedim."

24 yıl sonra bunu duymak gerçekten güzeldi.

Ama ben, bu vasıflarıma karşın CENTO'ya giriş imtihanında çok başarısız oldum. Gene de beni aldılar. Çünkü Gülseren beni önerdiğinde İlter bey, "ben o hanımefendiyi hiç almaz olur muyum, ne zaman odasına girsem başı önünde çalışıyor" demişti.

Nitekim, beni imtihan eden Mr. Ahmad Din, önleyemediğim heyecanımı yatıştırmak için, "Madame, sakin olun, siz CENTO'ya alınacaksınız" diyerek bana yeşil ışık yakmıştı.

***
NATO Dairesi'nde çalışan genç, orta ve ileri yaştaki diplomatlar "ayrılıyorum" haberine önce inanmadılar.

Dışişleri gibi bir bakanlık hiç bırakılır mıydı?

Gerçekten bırakılmazdı. Ama ok bir kere yaydan çıkmıştı. En çok diğer şubenin Müdürü Mehmet Baydar üzülmüştü. Salih Güler ise ben Genel Müdüre ayrılacağım haberini verdiğim sırada hemen arkamdan odaya girmiş ve istifama engel olmasını rica etmişti.

***
1954'de NATO Dairesi'nde işe başladığımda, Genel Müdür Büyükelçi Şadi Kavur'du. 1958'de ayrılırken Hüveyda Mayatepek'ti. Önce Fuat Köprülü sonra Fatin Rüştü Zorlu Dışişleri Bakanı oldu. Demokrat Parti dönemiydi.

Anlatacak çok anım var. Ama anlatmak istemiyorum.

(Anılarımın tümünü daha müsvedde halindeyken okuyan sevgili dostum Murathan Mungan, benim anlatmak istemediklerime hiç hoşgörü göstermemiş, hatta anlatmalısınız diye ısrar etmiş, madem bazı şeyleri anlatmayacaktınız niye anılarınızı yazdınız" demişti. Haklıydı.)

***
Coşkun Kırca, Osman Başman, Mehmet Baydar, Oktay Cankardeş NATO Dairesi'nde şube müdürü olarak görev yapmış çok değerli ve bir o kadar da renkli diplomatlardı.

1954'de Coşkun Kırca'nın müdür olduğu şubede işe başladığımda odada üç kişi daha vardı. Semih Akbil ve Tevfik Ünaydın. Bir de Şerif Mardin. O diplomat değildi. Askerliğini NATO Dairesi'nde yapıyordu. Terhis olunca üniversiteye döndü. Onun yerine Metin Karaca geldi.

Bir gün Coşkun Kırca çok önemli bir yazıyı hiç yanlışsız ve çok acele yazmamı istedi. Metin Karaca'yı da başıma dikti. Ben eğer yanlış yaparsam o anında ikaz edecekti. Coşkun bey okuyordu, ben yazıyordum, Metin bey de izliyordu.

Yazı bitti. Makineden çıkardım. Coşkun beye verdim. Bir tane yanlışım vardı. "Bazen" yerine "Bağzen" yazmıştım. Coşkun bey Metin beye kızdı. "Niçin iyi takip etmediniz" dedi. Metin bey beni korumak için kendini feda etti. "Ben de 'bağzen' yazarım" dedi.

***
Çok kısa bir süre için bile olsa Yüksel Menderes ile aynı odada çalışmış olmaktan ve böylece onu yakından tanımış olmaktan memnuniyet duyduğumu söylemeliyim.

Yüksel bey alçak gönüllü bir gençti. Kendisinden yaşça büyük olan insanların önünde eğilmelerinden çok rahatsız olurdu.

***
NATO Dairesi'ndeki son günüm biraz hüzünlü oldu. Genç diplomatlar, ordu halinde beni merdivenin başına kadar uğurladılar.

Pulat Tacar arkamdan, "hanımefendi geldin, hanımefendi gidiyorsun" diye bağırdı.

O tarihte böyle tanımlamalarla iftihar edilirdi.

***
Dışişleri Bakanlığı anılarıma tekrar geri döner miyim bilmiyorum, ama yeri gelmişken söylemek isterim.

Üç ayrı kuşak hizmet etmiştir Türk Hariciyesine. Cumhuriyet'in ilk yıllarında iyi ailelerin, iyi yetişmiş, dil bilir gençleri. Şimdi onlar ölü. Sonra Cumhuriyet çocukları. Şimdi onlar emekli. Daha sonra halk çocukları. Şimdi onlar Büyükelçi.

Bu üç kuşağın ortak tarafı Hariciyeye özgü formasyonlarıdır. Hiçbir devlet dairesinde rastlanmayacak bir formasyondur bu. Bakanlık, kapısından içeri giren her namzet memura bu formasyonu vermiştir. Onlar da verileni almışlardır.

Dışişleri Bakanlığı'nın dünya diplomasisinde saygınlığı vardır. Türk Dışişlerinin dünya sıralamasında en önde geldiğini, bir CENTO toplantısı sırasında, İngiliz Hariciyesi'nin yüksek rütbeli bir diplomatı bana söylemiştir.

***
10 Kasım 1958 sabahı CENTO'da, Halkla İlişkiler Kısmı'nda (Public Relations Division) çalışmaya başladım.

Yeni TBMM binası bize geçici olarak verilmişti. Nitekim 1961 yılında Kurucu Meclis açılınca bizi çıkardılar.

Bu kez Eski TBMM binasına taşındık. Ankara Palas'ın tam karşısında olan bu zarif bina, ikinci TBMM binasıydı. İlki aynı kaldırım üzerinde, yukarı doğru çıkarken köşe başındaydı ve müze olarak kullanılıyordu.

CENTO'nun bir Genel Sekreteri, dört tane de Yardımcısı vardı. Genel Sekreterler İran, Pakistan ve Türkiye'den, yani bölge ülkelerinden, seçilirdi. Ben işe başladığımda CENTO'nun Genel Sekreteri henüz atanmamıştı. Politik ve İdari İşler Yardımcısı Bülent Kestelli aynı zamanda Genel Sekreterlik yapıyordu. Sonra sırasıyla Mr. Mirza Osman Ali Baig, Dr.A.A.Khalatbary, Turgut Menemencioğlu, Nassır Assar, Ümit Haluk Bayülken ve Kamuran Gürün CENTO Genel Sekreteri oldular.

Genel Sekreterin dört yardımcısının kadroları ise üye ülkeler arasında paylaştırılmıştı.

Dışişleri Bakanlığı'na mensup diplomatlardan Bülent Kestelli, Ercüment Yavuzalp, Adnan Bulak, Mehmet Baydar, Cavit Tarakçı, Nazmi Akıman sırayla Genel Sekreter Politik İşler Yardımcısı, Kaya Toperi ile Oral Akgün Halkla İlişkiler Yardımcısı oldular.

Genel Sekreterin beşinci Yardımcısı sayılabilecek bir de Executive Secretary vardı. Bu kadro İngiltere'ye aitti. İngiltere, her zaman müsteşar rütbesinde bir diplomatını Executive Secretary olarak gönderdi.

Geri kalan kadrolar, eşit olarak, üye ülkeler arasında taksim edilmişti. CENTO'nun merkezi Ankara'da olduğu için Türklerin çoğunlukta olması doğaldı.

CENTO'da iki çeşit memur vardı. Devletten iki yıl için ödünç alınanlar (seconded) ve dışarıdan sağlananlar (directly recruited). Dışarıdan sağlananlar üç aylık bir deneme süresi geçirirdi. Ayrıca her yıl Yeterlilik Raporu (Efficiency Report) alma zorunluluğu vardı. Bir üst amir tarafından verilen bu rapor önce ilgili Genel Sekreter Yardımcısı, sonra da Genel Sekreter tarafından onaylanırdı. Ancak bu onaydan sonra göreve devam edilir ve maaş artışı olurdu.

***
İlk raporumu 10 Kasım 1959 günü, yani CENTO'da işe başlayışımın birinci yıl dönümünde aldım.

O gün, odamda sessiz - sedasız çalışırken iki yanımda iki gölge belirdi. Başımı kaldırdığımda bir yanımda Genel Sekreter Mr. Baig, diğer yanımda Genel Sekreter Halkla İlişkiler Yardımcısı, yani benim büyük patronum Mr. Peters duruyordu. Çok şaşırdım. Hatta ne oluyor diye biraz korktum. Ayağa kalkmak istedim. Mr. Baig, omuzumu tuttu ve çalışmama devam etmemi söyledi. Beni biraz izlediler. Sonra gittiler.

Ertesi günü Mr. Peters beni odasına çağırdı. Bir yılımı doldurduğumu ve CENTO'da çalışmaya devam edebilmem ve maaşımın artabilmesi için gerekli olan Yeterlilik Raporu'nu (Efficiency Report) aldığımı söyledi. Demek ki Genel Sekreter, raporu onaylamadan önce beni çalışırken görmek istemiş, bu nedenle odama gelmişti. Mr. Peters, sözünü şöyle sürdürdü: "olumlu olduğu için raporunuzu size göstermiyorum. Eğer, olumsuz olsaydı gösterirdim" dedi. Bu sözünü şöyle yorumladım: Olumsuz raporun gösterilmesindeki amaç kişinin yanlışını öğrenip kendisini düzeltmesi için ona fırsat vermekti.

Mr. Peters bir davette
Mr. Peters'ın bu davranışı beni çok etkiledi. Yıllar sonra müdür olup yanımdakilere Yeterlilik Raporu (Efficiency Report) verdiğimde ben de Mr. Peters gibi davrandım. Olumsuz bir rapor verdiğimde raporun bir kopyasını zarf içinde o kişinin masasının üzerine koydum.

***
CENTO'nun bütçesi üye ülkelerin eşit katkılarından oluşurdu. Ankara'daki CENTO üyesi ülkelerin Büyükelçiliklerinde çalışan başkatip seviyesindeki diplomatlar ile Dışişleri Bakanlığında CENTO masasında çalışan eşit rütbeli bir diplomat Bütçe Komitesinin delegeleri olarak belli aralıklarda toplanırlardı. Harcamalar onların onayı ile yapılırdı.

Ayda bir kez de Büyükelçiler (Council of Deputies) Merkezde toplanır, Bütçe Komitesi'nin kararlarını onaylardı.

Sonra Dışişleri Bakanları (Council of Ministers) yılda bir defa olmak üzere üye ülkelerin başkentlerinde biraraya gelir Büyükelçilerin kararlarını tasdik ederlerdi.

Paktın ilk yıllarında bu sonuncu toplantı Başbakanlar, Krallar, Başkanlar seviyesinde olurmuş ve altı ayda bir yapılırmış.

***
CENTO'da işe başladığımda Genel Sekreterin Halkla İlişkiler Yardımcısı Pakistanlı Mr. Sarfraz Khan'dı. Hem kendisi hem eşi çok zarif insanlardı.

Bana çok iyi davrandılar.

Değişik ülkelerden insanlarla çalışmak hoşuma gidiyordu. Kültürlerarası farklılık ilgimi çekiyordu.

Gülseren, Press Scrutiny Officer'dı. Her sabah ilk iş olarak Türk gazetelerini tarar, en önemli konuları süratle İngilizceye çevirir ve Mr. Sarfraz Khan'a verirdi. O da hemen okur ve derhal Genel Sekreter Mr. Baig'e sunardı.

Benim görevim, bu çeviriyi daktiloda çok çabuk yazmaktı.

Yanımdaki masada oturan Pakistanlı Mr. Zubeyri dış basında çıkanları yazardı. Ama o, on parmakla yazardı. Parmakları tuşlar üzerinde uçardı. Halbuki ben, bir yazıya bir klavyeye, bir yazıya bir klavyeye bakarak yazardım. O ise ayak ayak üstüne atar, hem yazar hem ıslık çalardı.

Mr. Zubeyri'yi hayranlıkla bir o kadar da kıskançlıkla seyrederdim.

***
İşe başladıktan kısa bir süre sonra herkes yurtdışına toplantıya gitti. Yeni olduğum için beni götürmediler. On gün yalnız kalacaktım. Acaba bu on günde on parmakla yazmasını öğrenebilir miydim?

Ankara'da New York Üniversitesi ile Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin işbirliği sonucu Ticaret Yüksek Öğretmen Okulu kurulmuştu. Bu okulun iki müdür yardımcısı vardı. Biri Amerikalı (Prof. Lanza), diğeri Türk (İtimat Tezgören).

İtimat Tezgören, arkadaşım Mahinur Saru'nun halasıydı. Acaba bana özel bir program uygulanabilir miydi?

Evet! Uygulanabilirdi. İtimat hanım beni İhsan Yener'le tanıştırdı.

İhsan Yener, Standart Türk Klavyesi'nin oluşumunu sağlamak için devlet ve hükümetler katında yıllardır savaş veriyordu.

Bana üç günde F klavyeyi öğretti. Geri kalan yedi günde de sürat çalışması yapmam gerekiyordu. Çünkü toplantıdan dönenler benden iş isteyeceklerdi. Onlara, "on parmakla yazmayı yeni öğreniyorum, kusura bakmayın" diyemezdim. Ayrıca on parmakla yazmaya alışmıştım tekrar iki parmağa dönemezdim.

Eve bir tane daktilo makinesi getirdim. Gündüz CENTO'da, gece evde durmadan yazdım.

Anacığım benim için hem üzülür hem de yardımcı olmak isterdi. Eline gazete verirdim. O okur, ben yazardım. Gece yarılarına kadar.

Yatağa yattığımda yorgunluktan uyuyamazdım. Gene de boş durmaz, uykum gelene kadar yorganın üzerinde, on parmakla yazı yazardım.

Hep böyle oldu. Her şeyi süresinden daha kısa zamanda öğrenmek zorunda kaldım. Çünkü çalışıyordum. Vakit dardı.

Stenoyu da, nefes nefese, üç ay yerine bir ayda öğrenmiştim.

Ne yorgunluktu.

Pahalı bir yorgunluk.

Bedenle ödenen bir yorgunluk.

***
Artık F klavye'de hem on parmakla yazıyor hem de ıslık çalıyordum. Kendimi ödüllendirmenin zamanı geldi diye düşündüm. Almanya'daki Adler Firması'na orta boy, taşınabilir, bir daktilo makinesi ısmarladım.

İki koşulum vardı. Birincisi F klavye olacaktı. İkincisi, mumlu kağıt makinenin merdanesine zaman içinde zarar veriyordu. Merdane ona göre yapılacaktı.

Alman'dan iste. En mükemmelini yapar.

Adler makinemde çok tez yazdım. Bu tezlerin içinde sevgili Cem Sar için yazdığım "Uluslararası Nehirlerden Endüstriyel ve Tarımsal Amaçlarla Faydalanma Hakkı" konulu Doçentlik Tezi'nin çok ayrıcalığı vardır.

Cem, İçten (Erkin) ile evliydi. İçten'le CENTO'da yıllarca beraber çalıştık. Saygılı ve sevgili dostluğumuzu hala sürdürüyoruz. İçten, Ulvi Cemal Erkin ile Ferhunde Erkin'in kızlarıdır. Engin müzik kültürü yanında genel kültürü ile de çağdaş bir kadındır.

Cem ise tertemiz yüzü, tertemiz yüreği ile tertemiz bir insandı.

Her öğretim görevlisi öyle mi olur bilmiyorum ama Cem çok "mükemmelliyetçi"ydi. Bir gün, doçentik tezini vermekten vazgeçtiğini söyledi. Halbuki ne kadar iyi hazırlanmıştı. Bir yıl kaybetmeyi göze alıyordu. Daha iyi hazırlanmak için. Halbuki yaptığının daha iyisi yoktu. Çünkü yapılacak olanın en iyisini yapmıştı.

Bu kararı verdiğinde tezin teslimine sadece on beş gün kalmıştı. Çok yalvardım. "Sabahlara kadar çalışır yetiştiririm" dedim. Ve gerçekten sabahlara kadar çalıştım. Yetiştirdim.

O zamanlar bugünkü olanaklar yoktu.

Stencil dediğimiz mumlu kağıda yazar, Gestetner makinede çoğaltırdık. Yazarken yapılan yanlışın üzerine özel bir sıvı sürerdik (Correction Fluid). Mumlu kağıdı tekrar makineye taktığımızda düzeltilecek harfin tam üstüne isabet ettirmek pek kolay olmazdı. Sıvı, aynı yere bir kez daha sürüldüğünde kağıt incelir hatta yırtılırdı.  

Şimdi öyle mi?

Yaz bilgisayarda. Yap düzeltmeleri anında. Al yazıcıdan kopyayı. Koy fotokopi makinesine. Çoğalt istediğin kadar.

Acaba bugünün gençleri nelere sahip olduklarının farkındalar mı?

Gece yatağa yattığımda parmaklarımın ucu sızlardı.

Cem, akşama doğru gelir bir gece önce yazdıklarımı okur, yanlışları işaretler, o gece yazacaklarımı bırakır giderdi.

O kapıdan çıkar çıkmaz, evine telefon ederdim. İçten, Cem'in pirzolasını tavaya koyardı.

Emeğe gösterilen saygı. İnsana gösterilen sevgi. Birbirlerine çok yakışan karı koca'ydılar. Ne yazık ki Cem'i çok erken yitirdik.

***
1993'ten beri bilgisayarım var. Macintosh Classic. F klavye. Çok mutluyum.

Ama insanda mutluluk bırakmıyorlar ki... Medya, bu kez de Q klavye - F klavye savaşını başlattı. Ben yalnız Cumhuriyet Gazetesi okuduğum için Prof. Dr. Emre Kongar'ın yazdıklarından öğreniyorum savaşın boyutlarını.

Halbuki klavyenin öyküsü latin harflerinin kabul edildiği 1928 yılına kadar gidiyor. 1946'dan itibaren de Türk dilinin özelliklerine uygun stardart bir klavye geliştirilmesi için resmi makamlarla yazışmalar yapılmış. 29934 kelime içinde hangi harften kaçar adet bulunduğu tespit edilmiş. Parmakların fiziksel güçleri ve hareket özellikleri hesaba katılmış.

F klavye 20 Ekim 1955'te Standart Türk Klavyesi olarak kabul edilmiş.

Ama günümüzde bilgisayarlar, özellikle dizüstü (laptop) bilgisayarlar, Q klavyeli olarak ithal edildiğinden piyasada onlar satılıyormuş. Yalnız kişiler değil kurumlar da bunları piyasadan alıyorlarmış. Burada da bir terslik var.

Gene birileri zengin olacak.

2003 yılının Mart ayında Prof. Emre Kongar'ın çağrısı üzerine Swissotel'de yapılan SAP Teknoloji Günleri'ne gittim.

Tabii bir F klavyeci olarak gittim.

Kırk beş yıl sonra İhsan Yener'le orada karşılaştık. Bu ikimizi de çok duygulandırdı. Ben, bana bilgisini ve emeğini vererek 3 günde F klavyeyi öğrettiği için kendisine teşekkür ettim. O da 360 saatlik bir eğitimi üç günlük bir eğitimle tamamladığım için beni kutladı.

New York Üniversitesi İşletme Bölümü'nde Ölçme ve Değerlendirme konularında lisansüstü eğitim ve 1958 yılında da doktora yapmış olan İhsan Yener bugün F klavyenin babası olarak biliniyor.

Ayrıca İhsan Yener'in bir misyonu daha var. Sahibi olduğu Şampiyon Kursları sayesinde yetiştirdiği öğrenciler, uluslararası yarışmalarda F klavyenin sağladığı kolaylıklar nedeniyle yıllarca ülkemize birincilikler kazandırmıştır.

İhsan Yener, aynı zamanda INTERSTENO Uluslararası Bilgi işlem Federasyonu Onursal Başkanı.

***
Evet! CENTO'da çalışmaya başladığım günleri anlatıyordum, değil mi?

Anılarımı yazarken arşivimden çok yararlanıyorum.

Örneğin, CENTO'nun İdari İşler Direktörü (Director of Administration), Pakistanlı, Mr. Afzal Khan'dan bir yazı almışım. Bu yazıda yıllık gelirimin toplam 585 İngiliz Sterlini olduğu ve maaşımın o günkü kur olan 25.20 TL.sından ödeneceği, ayrıca hangi kısımda çalışacağım, ne zaman ve hangi koşullarda terfi edeceğim, yıllık iznimi nasıl kullanacağım, hastalık iznimden nasıl yararlanacağım gibi imtiyazlarımın CENTO yönetmenliklerince belirleneceği ve yönlendirileceği bildirilmiş. Yani hiçbir şey iki dudak arasında değil. Yani CENTO'nun koruyucu kanatları altındayım.

***
Halkla ilişkiler kısmında büyük bir keyifle çalıştım. Olaylar günlük yaşanıyordu. Her gün basına ya Press Release (Haber Bülteni) ya da fotoğraf gönderiyorduk. Her şey sabah başlıyor, akşam bitiyordu.

İki ayda bir de CENTO hakkında geniş kapsamlı bilgi içeren Newsletter gönderiyorduk. Gönderdiklerimizin çoğu geri geliyordu. Sağlıklı bir adres sistemi kurmak gerekiyordu.

Halkla İlişkiler Müdürü (Public Affairs Officer), İranlı, sevgili Mr. Taghavy'ye durumu anlattım. Onayını aldım. Askeri Kısım'da (CMPS) çalışan Aziz Buyruk ile kolları sıvadık. Aziz'in bu konuda deneyimi vardı. Sistemi onunla kurmak ve kurarken de öğrenmek istiyordum.

Ankara'da ne kadar özel, resmi, uluslararası kuruluş varsa, büyükelçilikler, kültür ve haber merkezleri dahil hepsinden adres listesi aldık. Önce bu listeleri taradık. Tek liste haline getirdik. Sonra çarşaf gibi büyük bir kağıdın üzerine A'dan Z'ye harfleri yazdık. Elimizdeki listeyi kestik, doğradık, bu harflere yerleştirdik. Sonra her harfi, kendi içinde, ikinci üçüncü harflere göre yeniden dağıttık. Alfabetik sırada olan listemizi yeniden yazdık.

Böylece 5000 adresli bir hazineye kavuştuk.

Daha sonra CENTO'nun hazırladığı bir anketi (questionary) bu 5000 adrese postaladık. Cevap alamadıklarımızı listeden attık. Aldıklarımızın içinde, eğer düzeltme varsa, gerekli değişikliği yaptık. Böylece sağlıklı bir adres listesi oluşturduk.

(Bu çalışmayı; hala, 2010 yılında bile, doğru düzgün bir adres sistemi kuramayan anlı - şanlı kuruluşların okumasını çok isterim. Beyler, hanımlar, başarılı olmanın yolu yapılan işi sevmekten, özveriden, bilgi birikiminden, kültürden ve ciddiyetten geçer. Unutmayın. Her zaman hatırlayın.)

***
CENTO'nun baremi dikeyler ve yataylardan oluşuyordu. Dikey, her kadro için önceden saptanmış derecelerdi. Her derecenin on basamak yatayı vardı. On basamak demek on yıl demekti. CENTO'nun kurallarına göre, on basamağı tamamlayan otomatikman bir üst dereceye geçemezdi.

Ben iki kez üstün başarı ödülü aldığım için bu on yılı sekiz yılda tamamladım ve mecburen son basamakta beklemeye başladım.

Bu benden çok büyüklerimi üzdü. Ama kural böyleydi. Çaresizdiler.

Hatta sevgili Adnan Bulak (Genel Sekreter Politik ve İdari İşler Yardımcısı) CENTO'dan ayrılmadan önce, beni odasına çağırmış, benim için bir şeyler yapmak istediğini ama kurallar gereği yapamadığını üzülerek dile getirmişti.

Adnan beyin yerine tayin olan sevgili Mehmet Baydar ve Amerikalı Muhasebe Müdürü bir gün, bir keşifte bulundular ve bütün kapılar açıldı. Beni, ikinci derecenin onuncu basamağının karşılığı olan, üçüncü derecenin ikinci basamağına getirdiler. Derecem gene ikide kaldı. Sadece üçüncü derecenin yatay basamaklarından yararlanmam sağlandı. Bu uygulama bir örnek teşkil etti ve benim gibi basamağın sonuna gelenler için kurallaştırıldı.

***
Sevgili Mehmet Baydar, ben Dışişleri Bakanlığı NATO Dairesi'nde çalışırken Şube Müdürü idi. Önce ben geldim CENTO'ya, sonra o geldi. Çok akıllı, çok bilgili, çok kültürlü, çok güler yüzlü bir insandı.

Çalışma hayatımda sevdiğim ender insanlardan biriydi.

Los Angeles'a Başkonsolos olarak tayin olduğunda, CENTO'nun bahçesinde kendisi ve çok değerli eşi için bir veda partisi vermiştik. Bana, "haydi gelin benimle, orada da beraber çalışalım" demişti, neşeyle. Ben de, "efendim, bu bir teklif mi" diye sorduğumda, değerli eşi Güner Baydar, "evet, evet, duymadınız mı" demişti.

Mehmet Baydar'ı 27 Ocak 1973'de Los Angeles'da bir Ermeni vurdu. Başkatip Bahadır Demir'le beraber şehit oldular. Dışişleri Bakanlığı'nın verdiği ilk kurbanlardır.



Mehmet Baydar CENTO'daki görev süresini tamamladıktan sonra Dışişleri Bakanlığı'na geri döndü. Bu nedenle bir veda töreni düzenledik. Resimde, Genel Sekreter Turgut Menemencioğlu Mehmet Baydar'a hediyemizi veriyor. Ortada Mehmet Baydar'ın eşi Güner Baydar.

Mehmet Baydar'ın cenaze töreninde yakamıza taktığımız resim.
Acaba, Mehmet beyle Los Angeles'a gitseydim bir şeyler değişir miydi diye bazen sorarım kendime. Ama yazgıyı değiştirmek mümkün mü?

Mr.Taghavy ile, cenazelerin önce CENTO'ya getirilmesi ve ön avluda kısa bir tören yapıldıktan sonra Dışişleri Bakanlığı'na götürülmesi için Protokol Dairesi'nden ricada bulunduk. Kabul ettiler. Tüm CENTO çalışanları dışarı çıktık. Her ikisini de gözyaşları içinde selamladık.

Çok büyük bir acıydı. Yeri doldurulmaz bir insandı Mehmet bey. Bahadır da öyle. Ayrıca Bahadır çok da gençti. Eğer yanılmıyorsam, ilk yurtdışı göreviydi.

***
Yıllar sonra Elif Şafak'ın Baba ve Piç (Metis Yayınları, 2006) romanını okurken bu acıyı bir kez daha yaşayacaktım.

Elif Şafak, 1915'de öldürdüğümüz Ermeni aydınlarını unutmakla, hatta (İhsan Yılmaz ile yaptığı bir söyleşide) bizleri ilgisiz, bilgisiz ve kayıtsız olmakla suçlarken, kendisi çok yakın bir tarihte Ermeniler tarafından öldürülen kırktan fazla diplomatımızı 384 sayfalık romanında, hiç hatırlamamıştı.

***
Mehmet Baydar yalnız basamaklarımı yükseltmekle kalmadı, beni Halkla İlişkiler Kısmı'ndan aldı Registry'ye tayin etti. İngilizcede tek bir kelime ile ifade edilen Registry, gelen ve giden evrakın yönlendirildiği, dosya ve dokümanların muhafaza edildiği, baskı ve basım işlerinin yapıldığı, arşivin saklandığı bir yerdi.

1.1.1967 tarihinde Registry'de "Clerk" olarak göreve başladığımda, sağ yanımda oturan İngiliz Mr.Alan Vittery Müdür'dü ve benim yarı yaşımdaydı. Sol yanımda oturan Amerikalı Mrs. Helen Stewert ise Müdür Yardımcısıydı ve benim yaşımın iki katı yaştaydı. Çok hoş insanlardı.

İşler tıkır tıkır gidiyordu. Her kapıdan içeri giren bir dosya veya bir doküman istiyor, onlar da sırayla kalkıyor, çekmeceleri açıyor, anında, istenileni bulup veriyorlardı.

Bir süre bu durumu izledim. Sonra bir gün Helen'e, "hereden biliyorsun o evrakın o dosyada ve o dosyanın da o çekmecede olduğunu" dedim. Çünkü o kadar çok çekmece ve dosya vardı ki...

Sivil ve asker onlarca kiyişe hizmet veriliyordu ve telefon hiç durmadan çalıyordu.

Helen bana gayet kayıtsız, "sen de öğrenirsin" dedi. Öğrenirdim de benim acelem vardı. Çünkü kapıdan içeri giren herkes yalnız onlardan değil benden de dosya istiyordu. Hatta bazıları bilhassa benden istiyordu. Zira benim bu tayinim bazılarını rahatsız ediyordu.

Feminist dostlarım kızmasınlar ama bu davranışlar hanım arkadaşlardan geliyordu. İçlerinde beni kutlamayanlar bile vardı.

***
Bir süre sonra, gerek Mr. Vittery'nin gerek Helen'in tüm bilgileri hafızalarına depo ettiklerini keşfettim. Neyin nerede olduğunu ezbere biliyorlardı. Yazılı hiçbir kayıt yoktu. Yani bir gün biri tenis oynarken ayağını burksa, diğerinin o sabah apandisiti patlasa işler duracak ve onların çok değerli ve vazgeçilmez elemanlar olduğu herkes tarafından kabul edilecekti. Halbuki oraya öyle bir kartoteks sistemi kurulmalıydı ki onların yokluğunda da herkes aradığını bulabilmeliydi.

Ben kolları sıvadım ve bu sistemi kurmaya başladım. Günde sekiz saat çalışma koşulu ile sekiz ayda tamamladım. Bağdat Paktı 1955'de kurulmuştu ve ben bu işi yaparken takvim 1967'yi gösteriyordu. On iki yıllık bilgiyi üç müsveddeden sonra ancak kartlara dökebildim.

Ben bu çalışmayı yaparken Helen turunu tamamladı. Amerika'ya döndü. ABD onun yerine yeni bir eleman göndermedi. CENTO beni, 28.5.1968'de, dördüncü derece ile, Müdür Yardımcısı olarak Helen'in yerine atadı.

Böylece o kadro Türklere geçti.

Mr.Vittery ise, "Olcay boşuna uğraşıyorsun" derdi. Sekiz ayın sonunda, ahşaptan yaptırdığım özel kutunun içine alfabetik düzende koyduğum kartları gördüğü gün de yapılan işin boşuna olduğunu düşünüyordu.

Ama bir gün telefon çaldı. Mehmet Baydar, Mr. Vittery'den bir bilgi istedi. Yavaşça kutuyu Mr.Vittery'nin önüne ittim. Bir eli telefonda, diğer elinin parmakları kartlarda, aradığını hemen buldu.

Cevabını verdi. Telefonu kapattı. Sonra bana baktı. "Thank you Olcay" dedi. Bu da bana yetti.

***
Mr.Vittery, giderek, kendini o mevkide gereksiz hissetmeye başladı. İngiliz Büyükelçiliği'ne telkinde bulundu. Kendisi memleketine dönünce onun yerine benim geçmemi istedi. İdari İşler Müdürü (Director of Administration) İngiliz Mr.Shears de bu fikri destekledi.

Mr.Vittery, bir gün bana, "Olcay bana bir yıl daha müsaade et" dedi. Çünkü Mr.Vittery kuş gözlemcisiydi (Bird Watcher) ve Türkiye'nin bu konuda ayrıcalığı vardı. Örneğin göçmen kuşlar Anadolu'nun özellikle Çamlıca'nın üstünden geçiyordu ve Mr.Vittery Kuş raporu yazıyordu ve bu raporu bitirmeden Türkiye'den ayrılmak istemiyordu.

***
İşimi severek yapıyordum. Mr.Vittery bana huzur veriyordu. Beni, beni yemek isteyenlere karşı, koruyordu.

Kendisine müdür olmamın önemli olmadığını, istediği kadar kalabileceğini, eğer arzu ederse raporun daktilo edilmesinde kendisine yardımcı olabileceğimi söyledim. Çok memnun oldu.

The Ornithological Society of Turkey / Bird Report / 1966 - 1967 isimli Kuş Raporunu yazdım. Rapor kitaplaştı. Bana bir tane verdi. İçine "with many thanks" diye yazdı.

İngilizler az konuşur, kısa yazarlar.

***
Mr.Vittery sonunda İngiltere'ye döndü.

Ve kıyamet koptu.

Bizim Türk büyükleri kendi adamlarını Mr. Vittery'nin yerine tayin etmek için yarışa girdi.

Koca koca adamlar birbirlerine ne çelmeler attı.

Sevgili Mehmet Baydar CENTO'dan ayrılmış, Dışişleri Bakanlığı'na dönmüştü. Bunu duyunca çok üzüldü.

Ama İngiliz Büyükelçiliği işi sıkı tuttu. "Biz o kadroyu Miss Akkent için boşalttık, eğer Miss Akkent tayin olmazsa İngiltere o kadroyu geri alacak" dedi.

Bir gün telefon çaldı. İngiliz Büyükelçiliği Başkatibi Mr.Show arıyordu. Bana, "Registry'de hava nasıl" diye sordu. Ben her şeyden bihaber, "kaloriferin yandığı günler sıcak oluyor" dedim. Meğer, ben Registry'ye Müdür olmuşum. O da bana zımnen (üstü kapalı) bildiriyormuş.

Bu arada bir şey daha oldu. Mr.Vittery'nin derecesi 5'ti. CENTO'nun Türk büyükleri, atamak istedikleri adamlarına 5. dereceyi az buldular. Bütçe Komitesi'ne başvurdular. Dereceyi 6'ya çıkarttılar.

Ben, 1.10.1969 tarihinde, 6 Derece ile yeni görevime başladım.

Kime niyet, kime kısmet

2 yorum:

  1. SevgiliOlcay, bu akşam tiryakin oldum yine. Ne kadar akıcı yazıyorsun. Birbirinden önemli olayları roman tadında okuyorum. İçten’le aynı yerde çalıştığını hatırlıyorum. Onu da çok severim.

    YanıtlaSil
  2. Teşekkür ederim sevgili Filiz. Senin gibi anılarını kitaplaştırmış "Yok Bi'şey, Acımadı ki..." (*) adıyla abideleştirmiş bir insanın, benim anılarımın tiryakisi olması beni çok, çok mutlu eder. Ediyor da. Tekrar teşekkür ederim.

    (*) ANI, YKY, YAPI KREDİ YAYINLARI - 4959, Edebiyat - 1324.
    1. baskı: İstanbul, Eylül 2017.

    YanıtlaSil