8 Nisan 2010 Perşembe

25.3.6 BİR HAFTALIK BİR KURS

Bir gün, kapıdan içeri Ethem (Alkan) Paşa girdi.

Ethem Paşa CENTO'nun Güvenlik Danışmanı'ydı (Security Adviser).

Ayağa kalktım. Kendisini karşıladım. Yanımdaki koltuğa buyur ettim.

Halhatır sorduktan sonra bana, "kızım, her yıl Londra'da İngiliz İstihbarat Teşkilatı'nın bir haftalık bir kursu olur, ben hep askeri kısımdan yarbayları, albayları gönderirim. Sen bir misyoner gibi çalışıyorsun, bu yıl seni göndermek istiyorum" dedi.

Paşa'ya teşekkür ettim.

Kapıya kadar uğurladım.

***
Benim Londra'daki kursa gideceğim haberi hemen duyuldu.

Herkes çok telaşlandı. Gitme diyenler. Ne işin var senin İngiliz İsihbarat Teşkilatı'nın kursunda diyenler. Aman dikkatli ol diyenler. Senin beynini yıkarlar diyenler...

Ethem Paşa'nın sözünü ettiği "CENTO Security Protection Cource" Temmuz ayının son haftasında Londra'da yapılacaktı. Bölge devletlerinin yani İran, Pakistan ve Türkiye'nin istihbarat teşkilatlarından birer kişi gelecekti.

CENTO'yu iki kişi temsil edecektik. Ben ve Security Division'da çalışan Fazile Ulusoy.

Yazışmalar büyük bir gizlilik içinde yapılıyordu.

Otele bir gece önce vardım.

Ertesi sabah kahvaltımı ettim.

Sonra salona geçtim.

Gelen yazıda, "salonda oturun ve sizi almaya gelecek kişiyi bekleyin" diyordu.

Acaba bu insanlardan hangisi benim kurs arkadaşım olacak diye hep etrafıma bakındım.

Ama keşfedemedim.

***
Salonda oturanların sayısı giderek azalmaya başladı.

Derken bir bayan geldi.

Bizi tek tek topladı.

Kursun yapılacağı yere götürdü.

Hâlâ şaşarım.

Nasıl bildi.

***
İran Ordusu'ndan bir yarbay, Savak'tan bir sivil vardı.

Yarbayın İngilizcesi yeterli olmadığı için kendisine bir tercüman eşlik ediyordu.

Pakistan, İstihbarat Teşkilatı'ndan bir eleman göndermek yerin Londra Büyükelçiliğinden Başkatip ile İkinci Katibi görevlendirmişti.

Türk Milli İstihbarat Teşkilatı, "O düzeyde İngilizce bilen elemanımız yok" gerekçesiyle kimseyi göndermemişti.

***
Sabahları birer buçuk saatlik, iki ayrı kurs, öğleden sonra ise kesintisiz üç saatlik bir başka kurs vardı.

İlk sabah kursa gelen bey, "dünyada iki büyük tehlike vardır. Faşizim ve komünizim. Ama biz şimdi faşizmi bir tarafa bırakalım, gelin sizinle komünizmi konuşalım" deyince işin rengi belli oldu.

Maden faşizim iki büyük tehlikeden biriydi neden konuşmuyorduk?

Hiç olmasza son gün biraz konuşsaydık.

***
Her kursun sonunda on beş dakikalık bir tartışma oluyordu.

Konuya göre fikirlerimizi söylüyorduk.

Ben, sorulan sorulara CENTO olarak cevap veriyordum.

Ama benim işim bu kadarla bitmiyordu.

Çünkü Türk Milli İstihbarat Teşkilatı'ndan kimse gelmediği için kursu yöneten bey bana bir de Türk olarak soruyordu.

Resmi bir sıfatımın olmadığını, eğer isterse, "sokaktaki bir adam olarak" cevap verebileceğimi söylüyordum.

Beni dinlemek istediğini söylüyordu.

Ben de anlatıyordum.

***
Bizi hafta sonu, Oxford'a götürdüler. Trinity College'i gezdirdiler. St.Edmund Hall'de profesörlerle beraber yemek yedirdiler.

Bu gibi beraberliklerde "merak" hep önde gelir.

Daha çok batılı doğuluyu merak eder.

Eğer karşınızdakine, kişiliğinizle, güven vermişseniz anlattıklarınızı hem ilgiliyle dinler, hem de doğruluğuna inanırlar.

***
Yemekten sonra ellerimi yıkamak istediğimi söyledim.

Kurstan sorumlu bayan beni lavaboya götürdü.

Hem ellerimizi yıkıyor hem de kadınca konuşuyorduk.

Ben aynaya bakarak, "nasılım" diye sordum.

O da, "impeccable!" dedi. Anlamını bilmiyordum. "Ne demek" dedim. "Perfectly finished" dedi. Ankara'ya gelince lugata baktım. Impeccable; arı, hatasız, kusursuz manasına geliyordu.

Halbuki ben Londra'ya bir tayyör, iki kazak, bir takı ile gitmiştim.

Çünkü kurs bittikten sonra birkaç gün kalacak, alış veriş yapacaktım. Bu nedenle kurs süresince, yani bir hafta boyunca, aynı tayyörü giymiş, aynı takıyı takmış, sadece günaşırı kazağımı değiştirmiştim.

Demek ki insanlar hergün aynı şeyleri giyseler bile sanki hergün başka şeyler giyiyorlarmış izlenimini verebiliyorlardı.

Eğer görüntü temizse.

Tüm çalışma hayatımda buna çok özen gösterdim.

Göstermeyenleri de uyardım.

Çünkü çoğu hanım ter kokusunun porfüm kokusu ile yok olacağını zanneder.

***
Aynı gün bizi Churchill'in doğduğu ve büyüdüğü Blenheim Palace (Woodstock)'a da götürdüler. 1600'lerden beri Churchill'in ataları olan Marlborough ailesi yaşıyordu bu sarayda. Aile şeceresine göre Churchill bu ailenin sekizinci kuşaktan torunuydu.

Uçsuz bucaksız bir alan üzerine kurulmuş ve tarifi olanaksız büyüklükte binalardan oluşmuş bu saray giderek varlığını turist gezdirerek, hatıra eşya, broşür, kart gibi nesneler satarak sürdürmek zorunda kalmıştı, birçok benzerleri gibi.

Elimdeki kataloğun iç sayfasında Marlborough ailesinin son kuşağından Onbirinci Dük ve eşinin resimleri var. Güleç bir yüzle bize bakan bu iki zarif insan, samimiyetle ve aynı zamanda tevazu ile, bu olağanüstü binanın ve içindeki hazinenin korunabilmesinin ve gelecek kuşaklara kalabilmesinin ancak bizim ziyaretimizle mümkün olabileceğini yazmışlar ve altını imzalamışlar.

Yalnız bu binayı gezerken değil, bu tür pek çok binayı gezerken, kaderlerine terkettiklerimizi hatta yakıp yok ettiklerimizi düşünür, üzülürdüm.

***
Blenheim Sarayı'nı gezerken sanki yakın bir dostumun evini geziyormuşum gibi bir duyguya kapıldım. Bir yandan etrafı izliyor, bir yandan da Churchill'in kendi sesinden savaş anılarını dinliyordum. O meşhur, "size sadece kan ve gözyaşı vadediyorum" sözü beni çocukluğuma götürüyordu.

Kadıköy'de oturuyorduk. Savaş yıllarıydı. Büyükler radyodan dinlerdi haberleri. Sonra kendi aralarında konuşur, tartışır, yorum yaparlardı. Savaş bize de bulaşırsa diye çok korkarlardı.

İsmet Paşa sayesinde savaşa girmemiştik.

Bazılarımız onun bu başarısını taktir ediyor, bazılarımız da şekeri 5 liradan yedirdi diye kızıyordu.

Aralık 1999'da CNN Türk'te, İsmet Paşa'nın ölümünün yıldönümü nedeniyle Can Dündar'ın hazırladığı ve sunduğu bir belgesel yayınlandı.

Belgeselin bir yerinde, bir yurt gezisi sırasında, küçük bir kız çocuğu İsmet Paşa'nın karşısında durdu, "buraya ne yüzle geliyorsun, bana şekeri 5 liraya yedirmedin mi" dedi.

O küçük kız nereden bilsin bunu söylemesini.

Herhalde büyükleri öğretmişti.

İsmet Paşa çocuğa sevecen gözlerle baktı, "evet ama seni babasız bırakmadım" dedi.

***
Kursun sonunda ilgi alanımıza göre, yapmak istediğimiz birşey olup olmadığını sordular.

Ben İngiliz İstihbarat Teşkilatı'nın evrak kısmını görmek istediğimi söyledim.

Birilerine sordular. O birileri de başka birilerine sordu. O başkaları da daha başka birilerine sordu.

Sonunda çok özel bir izin alındı.

***
Binaya, asıl giriş kapısından değil de herhalde başka bir kapıdan girdik.

Tünellerden geçtik, koridorlarda yürüdük, aşağı indik, yukarı çıktık ve pusulayı iyice şaşırdıktan sonra evrak kısmına geldik. Bir yetkili bana bilgi verdi. Neyi, nerede, niçin, nasıl sakladıklarını anlattı.

Bunu bana anlatmak zorundaydılar. Çünkü ben, bu kursa komünizmin ne büyük bir tehlike oduğunu öğrenmek için değil, CENTO'nun evrakını nasıl güvenli bir şekilde koruyacağımı öğrenmek için katılmıştım.

***
İranlılarla aynı otelde kalıyordum ve sabah kahvaltısı ile akşam yemeğini onlarla beraber aynı masada yiyordum.

Ben, ne zaman Londra'ya gitsem sabah kahvaltısında, Smoked Herring (İsli Ringa Balığı) yerim.

Onlar ise peynir türü şeyler seviyorlardı.

Akşam yemeğinde ise içki içiyorduk.

O şakacı güzel insanlarla, yemek boyuhca çok güzel konuşmalar yapar çok da gülerdik.

Humeyni onların hepsini astı.

Şimdi elimde sadece birlikte çektirdiğimiz fotoğraflar var.

Hele o Nassır'ı hiç unutamıyorum. Nasıl güler yüzlüydü. En çok onunla gülerdik. Savak'ın Başkanı General Nassiri'nin yeğeniydi. Herhalde önce onu asmışlardır.

***
Son gün bir veda partisi verildi. Çok hoş vakit geçirdik. Parti bitince hep beraber sokağa çıktık. Gene toplu halde güle eğlene yürüyorduk.

Ben içimdem, herhalde bu kalabalık dağılmaz, bir Pub'a gider eğlenmeye devam ederiz diye düşünüyordum ki birden etrafımda kimsenin kalmadığını gördüm.

Çünkü herkes metroya koşmuştu.

Batı'da böyledir.

Son metroyu kaçırmamak lazım.

***
Ankara'ya döndükten sonra Ethem Paşa'ya raporumu verdim. Milli İstihbarat Teşkilatı'ndan bir yetkilinin katılmamasının Türkiye açısından iyi olmadığını söyledim.

Paşa bunu benim yansıtmamı istedi.

Ben kendisine bıraktım.

***
Bir süre sonra toplanan Security Sub - Committee (Güvenlik Alt Komite) Toplantısında, Başkan'ın sorduğu bir soru üzerine, İngiliz Delege, aşağıdaki bilgiyi verdi.

Bu bilgi tutanaklara geçti.

"The UK delegate said that the students in the 1977 course, had been of a higher standart than usual!"

Bu ifadeden kendime çok pay çıkardım.

Hatta tümüyle benim için söylenmiş gibi düşündüm.

Ethem Paşa, “Evet” dedi.


Bir kurs hatırası...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder