Ankara'da, Tarhan Kitapevi'nden her hafta bir Observer alırdım. Oradan takip ederdim Londra'da hangi oyunların veya filmlerin oynadığını. Londra'ya ayak basar basmaz da "What's On" alırdım.
Otel odasında, ilk işim, kendime güzel bir program yapmak olurdu.
1972'de Shaftesbury Avenue'daki Apollo Theater'da, E. A. Whitehead'in Alpha Beta'sı oynuyordu. Albert Finney Mr. Elliot, Rachel Robert Mrs. Elliot rolündeydiler.
Birinci sırada oturuyordum.
Elimi uzatsam Albert Finney'i tutacaktım.
Yıllarca perdeden tanıdığınız biriyle sahnede bu kadar yakın olmak, gerçekten, büyük keyifti.
***
1972'de kendime bir kürk manto hediye etmek istedim. Londra'ya giden Türkler, hatta Londara'da yaşayan Türkler de, Hersh Bros Ltd.'den kürk alırlardı. Ben de oraya gittim. Pat Astregan istiyordum. Hem fiyat olarak benim keseme daha uygun olacaktı, hem de hayvanın uzun ayakları beni biraz boylu gösterecekti.
Ismarlamak için vaktim yoktu. Dükkan sahibi anlayışla karşıladı. Torununa yapmış olduğu bir mantoyu giydirdi bana. Hokka gibi oturdu. O zamanlar inceciktim. Tabii uzun boylu torunu için yaptığı manto benim kısa boyuma uzun geldi. Ama maksi modası vardı. Hiçbir değişiklik yapılmaya gerek kalmadan ben kürkü aldım.
Adamcağız bana bir de vizon şapka sattı. Doksan Pound kürk, on Pound şapka. Toplam 100 Pound. Bir Pound 30 Türk Lirasıydı. Yani bana üçbin liraya maloldu. İnsan şimdi bu rakkamları yazarken şaşırıyor. Yoksa yanlış mı yazıyorum diyor.
Kürkümü o gün bu gün giyiyorum. Yalnız kilolarım yüzünden kurvaze olan kürk önce tek düğme oldu. Onun da içine sığamayınca ceket oldu. Dilerim daha başka bir şey olmaz. Örneğin bir yelek!
Kürkümü o gün bu gün giyiyorum. Yalnız kilolarım yüzünden kurvaze olan kürk önce tek düğme oldu. Onun da içine sığamayınca ceket oldu. Dilerim daha başka bir şey olmaz. Örneğin bir yelek!
***
Yurtdışına gittiğimde ilk işim bit pazarı var mı diye sormak olurdu. Petticoat Londra'nın çok bilinen bit pazarıydı. Pazar günleri açık olurdu. Ne arasanız bulunurdu. Bir şenlikti.
Londra'da bir de Silver Vaults vardı. Chancery Lane'de.
Görmek lazım.
Yurtdışına gittiğimde ilk işim bit pazarı var mı diye sormak olurdu. Petticoat Londra'nın çok bilinen bit pazarıydı. Pazar günleri açık olurdu. Ne arasanız bulunurdu. Bir şenlikti.
Londra'da bir de Silver Vaults vardı. Chancery Lane'de.
Görmek lazım.
Birkaç katlı bir bina. Lebaleb gümüş dolu. Eskisi yenisi bir arada. Kimse kimseyi aldatmıyor. Sorduğunuz zaman eskiye eski, yeniye yeni diyorlar.
Benim gibi gümüş sevenler için bulunmaz bir dünya.
1968'de olduğu gibi 1972'de de Tugay'cığım (Özçeri) Londra'daydı. Silver Vaults'a gittiğimi söylediğimde, "Olcay abla, müthişsin, ben beş yıldır buradayım daha gitmedim" demişti.
***
1970 yılında, New York'da, büyük bir mağazada bir masa saati görmüştüm. Elliott marka. Tam istediğim gibi bir saatti. Antika değildi, ama antika gibiydi. Çok pahalıydı. Alamadım. Fakat saatin bir yerinde "Made in England" yazıyordu. Londra'dan daha ucuza alırım diye kendimi teselli ettim.
1970'de New York dönüşü Londra'ya uğradığımda bir iki mağazaya baktım, ama bulamadım.
1968'de olduğu gibi 1972'de de Tugay'cığım (Özçeri) Londra'daydı. Silver Vaults'a gittiğimi söylediğimde, "Olcay abla, müthişsin, ben beş yıldır buradayım daha gitmedim" demişti.
***
1970 yılında, New York'da, büyük bir mağazada bir masa saati görmüştüm. Elliott marka. Tam istediğim gibi bir saatti. Antika değildi, ama antika gibiydi. Çok pahalıydı. Alamadım. Fakat saatin bir yerinde "Made in England" yazıyordu. Londra'dan daha ucuza alırım diye kendimi teselli ettim.
1970'de New York dönüşü Londra'ya uğradığımda bir iki mağazaya baktım, ama bulamadım.
1972'de Harrods'un antika eşya satan butiğine sordum.
Garrard'a gitmemi söylediler.
Garrard'a gitmemi söylediler.
Garrard, Regent Street'te bir mağazaydı.
Çok kıymetli süs eşyaları ve takılar koyardı vitrinlerine.
Hayranlıkla seyrederdim.
Çok kıymetli süs eşyaları ve takılar koyardı vitrinlerine.
Hayranlıkla seyrederdim.
Hiç içine girmemiştim.
Benim bütçeme göre bir yer değildi.
Kapısında her zaman üniformalı bir adam beklerdi.
O gün de vardı.
Benim bütçeme göre bir yer değildi.
Kapısında her zaman üniformalı bir adam beklerdi.
O gün de vardı.
Kendisine Elliott marka bir masa saati almak istediğimi söyledim.
Beni, saygıyla karşıladı.
İçeri aldı.
İkinci kattaki antika saatlerin satıldığı yere götürdü.
Satış elemanına benim Elliott marka bir masa saati almak istediğimi söyledi.
Satış elemanı saatleri çıkardı.
İçlerinden biri tam istediğim saatti.
Nihayet bulmuştum.
Çok sevindim.
Saati bana hava meydanında teslim edeceklerdi.
Böylece belli bir oranda indirim alacaktım.
50 Pound ödedim.

Dükkandan içeri girdiğim andan dükkandan dışarı çıktığım ana kadar üniformalı adam yanımdan hiç ayrılmadı.
Herhalde Garrard'ın kuralı böyle diye düşündüm.
Ankara'ya döndüğümde anneme saati gösterirken. Sırf hikaye olsun diye üniformalı adamı da anlattım. Annem çok kızdı. Onuruna dokundu. "Dükkandan derhal çıkmalıydın" dedi.
Londra'nın nemli havasına alışık olan Elliott, Ankara'nın kuru havasına uyum sağlayamadı.
Beni, saygıyla karşıladı.
İçeri aldı.
İkinci kattaki antika saatlerin satıldığı yere götürdü.
Satış elemanına benim Elliott marka bir masa saati almak istediğimi söyledi.
Satış elemanı saatleri çıkardı.
İçlerinden biri tam istediğim saatti.
Nihayet bulmuştum.
Çok sevindim.
Saati bana hava meydanında teslim edeceklerdi.
Böylece belli bir oranda indirim alacaktım.
50 Pound ödedim.
Dükkandan içeri girdiğim andan dükkandan dışarı çıktığım ana kadar üniformalı adam yanımdan hiç ayrılmadı.
Herhalde Garrard'ın kuralı böyle diye düşündüm.
Ankara'ya döndüğümde anneme saati gösterirken. Sırf hikaye olsun diye üniformalı adamı da anlattım. Annem çok kızdı. Onuruna dokundu. "Dükkandan derhal çıkmalıydın" dedi.
Londra'nın nemli havasına alışık olan Elliott, Ankara'nın kuru havasına uyum sağlayamadı.
Bir yıl sonra durdu.
Duran saat günde iki kez doğru zamanı gösterirmiş.
O da aynen böyle yapıyor.
***
Londra'da son gecemdi. Görmek istediğim bir film ve bir de oyun vardı. Bir türlü karar veremiyordum. Acaba hangisini hangisine tercih edecektim. Ayrıca Piccadilly Circus'da bir birahane vardı, son gece orada bir bardak bira içerek Londra'ya veda etmek istiyordum. Bir de o her zaman gittiğim lokantada son kez bir balık yiyecektim.
Bunların hapsini bir gecede yapmak olanaksızdı.
Aksi gibi tiyatronun saati ile sinemanın saati de birbirini tutmuyordu. Birinden çıkıp ötekine gidemiyordum. Aslında sevmem, aynı günde iki şey izlemeyi. Ama son gecenin hatırana yapabilirdim.
Saat yediye doğru otele geldim.
Odama çıktım.
Yorgunluktan ölmek üzereyim.
Odanın ortasında ayakta durdum.
Yatağa otursam uyuyacağım.
Koltuğa otursam kalkamayacağım.
Elimde What's On, hala acaba hangisini hangisine tercih etsem diye düşünüyorum.
Telefon çaldı.
Sevgili kuzenim Tugay Özçeri. "Olcay abla, aşağıdayım. Seni almaya geldim. Bu gece son gecen. Beraber olmak istemez misin?" dedi.
İstemez olur muyum.
"Geliyorum" dedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder