8 Nisan 2010 Perşembe

25.3.4.8 NEW YORK - 1970

Washington'daki toplantı bitince uçakla New York'a hareket ettim.

New York'ta Dr. Zeki Ayhan Uygur'larda kalacaktım.

Zeki ve ağabeyim çok iyi arkadaştılar. Altı yıl Askeri Tıbbiye'de beraber okumuşlardı. 1950'de mezun olduktan sonra, kıta hizmeti için, ağabeyim Onaran Gemisi'ne, Zeki de Gaziantep Muhribi'ne tayin oldu.

1953'de, Gülhane'de ihtisas yapmak için, tekrar Ankara'ya geldiler. Evlerimiz çok yakındı. Onlar Kızılırmak Caddesi'nde, biz ona paralel Bankacı Sokak'ta oturuyorduk. Hemen hemen her gece beraberdik. Hafta sonları ya Ankara Palas'a, ya da Süreyya'ya gidiyorduk.

Zeki evli ve iki çocuk babasıydı. Karısı Ayla çok genç ve çok güzeldi. Bağlarbaşı Kız Koleji'nin orta kısmını bitirmiş, küçük yaşta Zeki ile evlenmişti. İlk çocukları Halit İstanbul'da, ikinci çocukları Feridun Ankara'da doğdu.

Ayla biraz temizlik meraklısıydı. Ağabeyimin tüm ikazlarına karşın, doğuma ramak kala, avizeyi silerken başı dönmüş ve çıktığı masadan aşağıya düşmüştü. Gece yarısı Gülhane Hastahanesi'ne zor yetiştirmiştik. Ağabeyim, sabaha karşı, ameliyat ekibini kurmuş ve sezeryan ile Feridun'u dünyaya getirmişti.

Her anne adayı gibi Ayla da çocuğu için hazırlanmıştı. Dikilenler, örülenler, hazır alınanlar. Hepsi bavula yerleştirilmişti.

Fakat o kadar telaşla hastahaneye gidildi ki bebeğin bavulunu almak aklımıza bile gelmedi. Ancak bebek dünyaya geldiğinde, yanımızda ona giydirecek bir şeyin olmadığını anladık.

Ayla'dan önce doğum yapmış köylü bir kadın bize çocuğunun zıbınını verdi.

Bebek, bebek odasına götürüldü.

Ayla da çift kişilik bir odaya alındı.

Ayla hastahanede yattığı üç hafta boyunca onun yanında kaldım. Gündüzleri işe gidiyor, geceleri iskemle üzerinde sabahlıyordum. Hem ona hem de bebeğe bakıyordum.

Hayatımda ilk kez yeni doğmuş bir bebeğin ağzına şekerli su vermek zorunda kaldığım an duyduğum korkuyu unutamam. Ezan okunuyordu ve ben Tanrı'nın bana yardımcı olması için dua ediyordum.

***
Ayla bebeğini ilk gün göremedi. Çok ızdırabı vardı.

O günler bugünlerden çok farklıydı. En küçük bir ameliyat için bile en az on beş gün hastahanede yatılırdı.

Recai Paşa (Ergüder) apandisit ameliyatını tek dikişle yaptığı gün, Zeki bana telefon etmiş haber vermişti.

Aynı gün Ay'a ayak basılmıştı.

Ben de bunu ona söylemiştim.

Zeki bir an durdu.

"Ben ne söylüyorum, sen ne söylüyorsun" dedi.

***
Ayla, ertesi günü biraz gözlerini açar gibi oldu. Onu mutlu etmek için, "bebeğini görmek ister misin?" dedim. Başını salladı. Bebek odasına gittim, bebeği her zaman koyduğum yerden aldım, koridordan geçtim, Ayla'nın yattığı odaya geldim. Fakat o sırada, bir kadının bebek odasından itibaren beni takip etmekte olduğunu hissettim. Bir mana veremedim. Odaya girince, "Ayla bak Feridun" dedim. Ayla hiç tepki göstermedi. Bir anne ilk kez gördüğü bebeğine nasıl tepki göstermez?

Şaşırdım.

O sırada, beni koridorda takip eden kadın da odaya girdi ve "o bebek benim" dedi.

Ben hayır bizim diyorum, kadın hayır benim diyor.

Nasıl bizim olmaz.

Her zaman koyduğum yerden aldım.

Herkes başımıza üşüştü.

Ben birden hatırladım. "kundağını açın" dedim. Çünkü bebeğin sarı bir zıbını vardı. Ve zıbın, emaneten aldığım köylü bir kadına aitti. Ancak o kadın evet derse, bebek bizim demekti.

Bir yandan da aklım Ayla'da.

Onun önünde benim - senin kavgası yapıyorduk.

Kundak açıldı.

Kadın haklı.

Bebek bizim değil.

Onun.

Hemen Zeki'ye koştum. Meğer Zeki, benim arkamdan bebek odasına çocuğunu sevmek için girmiş, bakmış bebeğin yattığı yerde biraz cereyan var. Feridun'u o yataktan almış, daha kuytu yerdeki başka bir yatağa yatırmış. Boşalan yatağa da o kadıncağız kendi çocuğunu koymuş.

Zeki ile bebek odasına gittik. Feridun'u kucağıma aldım. Daha kapıdan içeri adımımı atar atmaz Ayla'nın yüzünde güller açtı.

Ne tuhaf değil mi?

İlk getirdiğim bebeğe hiç tepki göstermeyen Ayla, bu bebeği kabullenmişti. Çünkü onu doğurmuştu.

***
Ayla, Laguardia Hava Meydanı'nda karşıladı beni.

Eve geldik.

Halit ve Feridun orta okula gidiyorlardı. Çocukları her türlü kötülükten korumak için Queens'de (Bayside) yani şehrin merkezinden uzakta oturuyorlardı.

Zeki Brooklyn'de bir beyin hastahanesinde çalışıyordu. Hastahanenin sahibi Yahudiydi. Bir gece o, bir gece Zeki nöbet tutuyordu.

Zeki, Amerikan kanunlarına göre, muayenehane açabilmesi için imtihan vermek zorundaydı.

Çok zor bir imtihandı.

Oğlunun masasına oturur, bir öğrenci gibi, ders çalışırdı.

Onu seyrederken Türkiye'ye büyük bir istek ile dönen fakat mesleğini yapmak için kendisine hiçbir olanak tanımayan hatta köstek olan ve sonunda yurtdışına kaçıran kurum ve kişilere lanet ediyordum.

***
1970'de arabaları yoktu. Zeki, hastahanenin arabası ile gidip - geliyordu. Biz ise şehir araçlarını kullanıyorduk. Sabah onbir gibi evden çıkar, önce otobüs durağına yürür, sonra otobüse biner, daha sonra subway (metro) istasyonuna varır, ekspres bir hat alır ve kırk beş dakika sonra Manhattan'a varırdık.

Ayla'ya, "herhalde Konya'dan Ankara'ya gidiyoruz" derdim.

Akşam altıya, yediye kadar sokaklarda yürür, o çok katlı dükkanları dolaşır, tabii bu arada şık bir yerde kahve içer, diğer şık bir yerde öğle yemeği yer ve Amerikalıların meşhur Sundy'sinin tadına bakar, beş çayını hiç ihmal etmez, ancak akşamın dokuzunda, eve dönerdik.

Bana bu serüven biraz fazla geldiğinden, bir gün Manhattan'a iner, bir gün evde otururduk.

Eve geldiğimizde, Zeki'yi mutfakta, Türk usulü, salata yaparken bulurduk.

Ayla, hiç telaşsız, buzluktan dondurulmuş patates ile bifteği çıkartır, her ikisini de kızdırılmış yağa atar, onlar cızırdarken, biz de Zeki ile, ayak üstü, demlenirdik.

1970'de Türkiye'de hazır ve dondurulmuş yiyecek yoktu. Onun için, Ankara'ya dönünce herkeslere kabuğu soyulmuş, kızarmaya hazır patates ile altı ve üstü sadece bir kez çevrildiği halde pamuk gibi pişen bir parmak kalınlığındaki sığır etini ballandıra ballandıra anlatırdım.

***
Evin yakınındaki Supermarket'a, çoğunlukla, Feridun ile giderdim.

Bana yol boyunca, "hadi anlat" derdi.

Ben de nasıl başka bir bebeği, Feridun diye, annesine getirdiğimi anlatırdım.

Merakla dinler, ertesi günü gene, "hadi anlat" derdi.

Bir kez eve dönerken elindeki şemsiyeyi kırdı.

Tam evin kapısına geldiğimizde bana döndü,

"ben yapmadım, sen yaptın" dedi.

Ne olsa elime doğmuştu.

Ağzına ilk şekerli suyu ben vermiştim.

Aramızda bir dayanışma olmalıydı.

"Peki, ben yaptım" dedim.

Ayla inanmadı ama sesini de çıkarmadı.

***
1970'de New York'ta "Oh! Calcutta!" oynuyordu ve ben görmek istiyordum.
Oyun 2. Cadde'deki Eden Theater'daydı. Oraya gitmek biraz tehlikeliydi, çünkü o caddede hemen her gece cinayet işleniyordu.

Ayla komşusu Barbara'dan rica ettil.

Biz onun biletini alacaktık, o da bizi arabası ile götürecekti.

Adam başı on Dolar'dı.

Üç hanım yola çıktık.

İnsan devamlı yaşamadığı şehirlerin asayiş sorunlarını, ne kadar anlatılırsa anlatılsın, pek anlayamıyor. Bu nedenle, Arabaya biner binmez kapıları kilitlemek, etrafı iyice gözetledikten sonra dışarı çıkmak, hızlı adımlarla oradan uzaklaşmak gibi zorunlu hareketleri ancak ikaz ile yapabiliyordum.

***
Oh! Calcutta! Samuel Beckett, Jules Feiffer, Dan Greenburg, John Lennon, Jacques Levy, Leonard Melfi, David Newman, Robert Benton, Sam Shepard, Clovis Troulle, Kenneth Tynan ve Sherman Yellen gibi sanatçıların katkıları ile gerçekleşmişti.

Oyun hakkında bir miktar bilgim olmakla beraber, perde açıldığında sahnede herkesi çırılçıplak görünce doğrusu biraz şaşırdım. En azından hemen böyle bir görüntü beklemiyordum.

Ayla ve Barbara, "sen bizi nereye getirdin" der gibi baktılar bana. Ama kısa bir süre sonra ciddi bir müzikal seyretmekte olduğumuzu anladık. Çırılçıplak oldukları halde hiç müstehcen olmayan bu insanları hayranlıkla seyrettik. Zaten bir süre sonra artık onları çıplak olarak görmüyorduk.

***
New York'ta "Off Broadway" olan bu oyundan başka bir oyun görmedim. Bir tane de "On Broadway" bir oyun görmeği çok isterdim. Ama biz uzakta oturuyorduk. Arabamız yoktu. Biletler de pek ucuz değildi.

Burt Lancaster, Dean Martin, Jean Seberg ve Jacqueline Bisset'in rol aldığı "Airport" Radio City'de oynuyordu. Film güzeldi güzel olmasına ama beni çok korkuttu. Çünkü ertesi günü Atlantik’i uçakla geçecektim.

Carnegie Hall, Lincoln Center, United Nations, Rockefeller Center, Empire State Building, Status of Liberty, her Amerika'ya giden turistin görmek istediği yerlerdi. Ben de gördüm.

Sokakları dolaşırken, bir şey çok dikkatimi çekti. Binalar o denli yüksek olmalarına karşın insanın üzerine üzerine gelmiyordu. Daha da önemlisi "ya üzerime yıkılırsa" gibi bir korku vermiyordu.

***
New York'ta yaşasaydım Greenwich Village'de oturmak isterdim.

Ve her gece, New York'un en bol ışıklı ve renkli meydanı Time Square"e giderdim.

Ayla, "seni orada keserler" derdi.

***
Nihal Acar'ı New York'ta tanıdım.

Zeki'lerin dostlarıydı.

Amerika ile Türkiye arasında "charter" seferleri yapıyordu.

Çok başarılı bir iş kadınıydı.

Kocası Metin Acar ressamdı.

Forest Hill'de oturuyorlardı.
Nihal, New York'taki tüm solcu eylemlere katılmıştı.

Joan Baez ile birlikte en önde yürümüştü.

Beni ılımlı buluyor, biraz saldırıyordu.

Yıllar sonra Nihal ve Metin ile Bodrum'da tekrar beraber oldum.

Ben Kumbahçe Mahallesi'nde ev yapıyordum, onlar da Eski Çeşme Mahallesi'nde.

Sonra boşandılar.

Nihal Türk Bükü'nde bar gibi, restoran gibi yerler açtı.

Bilmiyorum hala solcu mu.

Ben hala ılımlıyım.

***
Metropolitan Opera'sının Lincoln Center meydanına bakan yüzünde Marc Chagall'ın iki tane duvar resmi vardı. Birinin adı 'The Triumph of Music" diğerinin adı ise "The Sources of Music". Kartlarını aldım.


Marc Chagall, The Triumph of Music.
Marc Chagall, The Triumph of Music.


***
Büyük mağazalardan birinin en üst katında, yerlere yayılmış kartpostal büyüklüğünde yüzlerce tablonun içinden resim seçen çok sayıda insan gördüm. O insanlar için ressamın kim olduğu, resmin konusu veya tekniği önemli değildi. Ayla, "resmin özgün olması önemli" diyordu. Bir de salonun perdelerine uyması gerekiyordu.

***
Ankara'ya dönünce Zeki'den bir mektup aldım.

"Sevgili Olcay,

Geldi, geçti bile. Nasıl da mahzun, nasıl da yalnız bıraktın bizleri. Türkçesi, doğrucası ve kısacası Zekisi, Aylası, Haliti ve Feriği ile Bayside'ın eski dosları arıyoruz seni.
Oturup konuştuklarımızla, dinleyip mırıldandıklarımızla bir başka, bir farklı doyumu, olgunluğu ve kalitesi vardı seninle beraberliğin. Ya vefan? Ayrılışından Türkiye'ye, Ankara'ya dönünceye kadar ve Ankara'ya döndükten sonra yazdıkların, yazmakta olduklarınla bizi daha çok bağladın kendine.

Eddy'ler de anlata anlata bitiremiyorlar. Ralph ve Barbara kartın ve zarif hediyenle şaşırmış kalıvermişler. Nihal, yazın tekrar gelsin, doyamadık diyor.

Velhasıl hep seni konuşuyor, bir ikinci beraberliği iple çekiyoruz.

Ayla, "Ah! bir arabamız, bir de Manhattan'da katımız olsaydı Olcay'ı daha iyi ağırlar, Londra gibi New York'u da, belki, ona sevdirtirdik" diyor.

Demek senin Johnny Cash plağın eğri çıktı. Senin bize aldığın plaklar her toplantının çalınan ve susularak dinlenilen plakları. Manalarına yavaş yavaş giriyoruz.

Olcay, istediklerini çekinmede yazmadığın müddetçe,yakınlığımız mevzuunda daima bir şüphemiz olur. Ne olur yaz bize ne istiyorsan. Kaldı ki sen gözü tokların en başındasın. Senin isteyeceğin birşey de yoktur. Ayla da öyle söylüyor, "hele şükür Amerika'ya gelip de alışverişte gözü olmayan bir tek Türk var, o da bizim Olcay" diyor.

Sen başka bir insansın.

Hepimiz hasret, sevgi ile gözlerinden öperiz.

New York, 1970."

***

Aşağıdaki fotoğrafı Zeki'nin vefatından sonra bana gönderdiler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder