8 Nisan 2010 Perşembe

25.3.4.12 WASHINGTON - 1974 (DIŞİŞLERİ BAKANLARI TOPLANTISI)

Dışişleri Bakanları 20 - 22 Mayıs tarihlerinde Washignton'da toplanacaktı. Ben gene Mr.Rehberg ile beraber gidecektim ve "Çok Gizli" evrak torbasından ikimiz de sorumlu olacaktık.

Ankara'dan yola çıkmadan önce hangi uçak şirketi ile uçulacaksa o şirketin müdürüne bir yazı yazılır, kurye memurunun adı verilir ve yanında gizli evrak torbası olacağı bildirilirdi. Çünkü kurala göre, tüm yolcuların bagajları yüklendikten sonra, kurye memuru gizli evrak torbasını, kendi eli ile, bagaja koyar, bagaj kapısının kapandığına tanık olduktan sonra uçağa biner ve uçaktan da ilk o çıkar, bagajın kapısında bekler ve torbasını alırdı. Uçak şirketine yazılan yazının bir kopyası da kuryenin elinde olduğundan bu işler sorunsuz halledilirdi.

Biz, Ankara - İstanbul - Londra - Washington hava meydanlarında bu kuralı uygulayacaktık.

Mr.Rehberg kurye, olarak atanmıştı. Benim görevim ona yardım etmekti.

Mr. Rehberg, vaktile Çocuk Felci geçirmişti. Azmi ile yeniden yürümeyi başarmıştı. CENTO'da çalışırken, bana bir şey söylemek istediğinde telefon etmez bizzat gelirdi. Ben üzülürdüm. Çünkü ayağını sürterek yürürdü. Ama hareket etmenin kendisi için yararlı olduğunu söyler beni ikna etmeye çalışırdı.

Ayağını sürterek yürüyen bir insan için kuryelik yapmak, hele uçağa son binmek, ilk inmek gibi kuralları uygulamak zor olacağı için kendisine, "ben kurye olayım, siz bana yardım edin" dedim. Çok zarif bir insan olduğu için bu ağır görevi bana vermek istemedi.

***
Yol boyunca bir sıkıntımız olmadı. Mr. Rehberg sorunsuz ve şikayetsiz halletti. Sadece Londra hava meydanında beş saat beklemek biraz sıkıcı oldu. Bir gözümüz torbalarda, bir gözümüz etrafta, bazen ayakta bazen koltukta ve nöbetleşe WC'de. Doğrusu biraz yorulduk.
Uçak Washington hava meydanına inerken artık sıkıntılarımızdan kurtulacağımızın sevinci içindeydik. State Department'dan (Dışişleri Bakanlığı) görevli bir memur bizi karşılayacak, torbalarımızı alacak, onları o gece güvenilir bir yerde muhafaza edecek, bizi otelimize bırakacak, ertesi sabah da torbalarımızı bize teslim edecekti.

Ama böyle olmadı. Washington hava meydanı zifiri karanlıktı. Ortada bir tek canlı kul görülmüyordu. Taksi de yoktu.

Mr.Rehberg, gecenin karanlığında, torbaları bana bıraktı. State Departmen'a telefon etmeye gitti.
Telefonu açan olmadı.

Hava meydanında, elimizde torbalarımızla kala kaldık.
Bavullarımızı düşündüğümüz yoktu.
Aklımız torbalardaydı.

Mr. Rehberg'i sakat ayağı ile daha fazla yormak istemedim. Onu torbalarla başbaşa bıraktım.

Elin memleketinde, gecenin karanlığında, bir telefon kulübesine, bir taksi durağına koştum durdum.

Saatler geçti.
Tam ümidimi kesmiştim ki karşıdan bir taksi göründü.

Fakat şoför bizi almak istemedi. Çünkü, hem şehre gitmek istemiyordu, hem de bizim halimizden şüpheleniyordu.

Nasıl şüphelenmesin ki.

Hava meydanında, gece yarısı, bir erkek, bir kadın, iki torba, üç bavul...

***
Hayatımda hiç kimseye bu kadar çok yalvarmamışımdır.

Neyse, yola koyulduk ve şoförden o gün Washington'da öğrencilerin yürüyüş yaptıklarını öğrendik.

Bizim şansımıza. Hatırlayacaksınız, 1970'de de böyle bir durumla karşılaşmıştık. Fakat bu kez durum biraz farklıydı.

State Department'a geldik. Orası da zifiri karanlıktı. Orada da kimseler yoktu. Halbuki geleceğimizi biliyorlardı. Günler öncesinden yazmıştık. Ama korku dağları bekliyordu. Herkes evine gitmişti.
***
Mr.Rehberg'e, "otele gidelim, ya sizin ya da benim odama torbaları koyalım, sabaha kadar da başında bekleyelim" dedim.

Yüzüme baktı.

"Karım bundan hiç hoşlanmaz" dedi.

Gecenin o saatinde, o koşullarda ve o yorgunlukla hala espiri yapabilmek hoştu.

Gerçekten hoştu.
***
Mr.Rehberg'in aklına State Department'ın arka kapısı geldi. Şoföre tarif etti.

Evet! o koyu karanlığın içinde, uzaktan çok hafif bir ışık geliyordu.

Zili çaldık.

Biri geldi.

Allahtan Mr.Rehberg Amerikalıydı. Zaten Mr.Rehberg Amerikalı olduğu için 1970 ve 1974 Washington toplantılarına katılmıştı. Yoksa bu toplantılara Mr.Rehberg gibi Muhasabe Müdürleri değil, Mr.Shears gibi İdari Müdürler giderdi. Ama Mr.Shears İngilizdi. CENTO'nun büyükleri Washigton'da bir İngilizin değil, bir Amerikalının daha çok işe yarayacağını düşünmüşler, Mr.Shears'den özür dilemişler, Mr.Rehberg'i görevlendirmişlerdi. Ve ne kadar haklı oldukları anlaşılıyordu. Çünkü Mr.Rehberg kapıya gelen adama State Department'ın kendisine verdiği kimlik kartını gösterdi. Yoksa adam kesinlikle kapıyı açmazdı.

Torbaları teslim ettik.

***
1974'de meşhur Watergate Oteli'nde kaldık.

İlk defa Air Condition ile o otelde tanıştım ve nasıl kapatılacağını bilemediğim için de sabaha kadar dondum. O gün bugün Air Condition sevmem.

***
Department of State'in Uluslararası Konferans Bölümü'nü bize karargah olarak verdiler. Sabah kahvaltısını otelde yapıyorduk, öğle yemeğini karargahta yiyorduk. Bizim için özel izin çıkmıştı. Parasanı kendimiz veriyorduk, ama güzel şeyler yiyorduk.
Binanın her yerinde makineler vardı. Parayı atınca ister içecek, ister yiyecek ne istiyorsanız, makineden çıkıyordu. İran'da olduğu gibi bedava çay, kahve yoktu.
***
Fotokopi makinasını, ilk kez, Department of State'de gördüm.

Amerikalı sekreter hanımlar yazılarını tek nüsha olarak yazıyorlar ve sonra bunları fotokopi makinesinde çoğaltıyorlardı. Ne mumlu kağıt (stencil), ne karbon kağıdı, ne de Gestetner makinesi vardı. Yeni bir devir başlamıştı. Sürat, kolaylık ve temizlik gelmişti.

Amerika'da bir yenilik daha gördüm. Kağıt toplama makinesi vardı.

Biz bu işi elle yapardık. Dokümanları masanın üzerine dizerdik. Özel lastik parmaklarımız vardı. Artık öylesine ustalaşmıştık ki kısa sürede çok sayfalı dokümanları bir çırpıda toplardık.

Bu işin makinesini hiç görmediğim için gözlerimi dikmiş bakıyordum. Bu yuvarlak bir aletti. Birçok tepsisi vardı. Dokümanlar bu tepsilere birinci sayfadan başlayarak yerleştiriliyordu. El gibi bir alet önce birinci tepsiden birinci sayfayı, sonra ikinci tepsiden ikinci sayfayı, sonra üçüncü tepsiden üçüncü sayfayı ve giderek tüm tepsilerden diğer sayfaları alıyor, sonuncu tepsiye yığıyordu.

Ben biraz hayretle bir o kadar da korku ile izliyordum.

Nitekim, korktuğum başıma geldi.

Makine ne olsa makineydi.

El, tepsinin birini atladı, yanındaki tepsideki kağıdı aldı.
"Makineyi durdurun" dİye bağırdım.

Ama makine durana kadar olan oldu.

Ben elin hangi tepsiden almadığını dönmekte olan alette takip edemedim.

Tüm sayfaları tepsiden çıkardım. Lastik parmağımı taktım ve kağıtları tek tek kontrol ettim.

Sabahladım.
***
Bu bana ders oldu.

Ben o günden sonra, insan gücüne daha çok güvendim. İş yaptığım sektörlerde, hep bunu vurguladım. Beni teknolojiye karşı olmakla suçlayanlar oldu. Ama zaman hep beni haklı çıkardı. Hele elektrik kesintisinin ve voltaj düşüklüğünün çok sık yaşandığı ülkemizde, makineye güvenmek olanaksızdı.

Gençlere,"bilgisayara bile geçseniz, kartotekslerinizi kullanmaya devam edin, yeni bilgileri önce kartotekse sonra bilgisayara kaydedin" dediğimde yüzüme tebessümle bakanlar sonradan, "sizden çok şey öğrendik" diye bana telefon ettiler.

***
CENTO Genel Sekreteri Nassır Assar, üye ülkelerin delegeleri onuruna, Watergate Oteli'nde bir kokteyl verdi.

Hepimiz şıklaştık.
Benim siyah jorjet yünlüden, Halit Kulaçoğlu’nun büyük bir özenle diktiği, yandan düğmeli, önü pilili, sıfır yakalı güzel bir elbisem vardı.

İnci kolyemi taktım. Annemin yaptığı beyaz kamelya çiçeğimi de inciden biraz uzak bir yere iğneledim.

Siyah çorap, siyah ayakkabı, siyah çantam vardı. Boy aynasına baktığımda kendimi çok beğendim.

***
Halkla İlişkiler Kısmı'nda çalışan bir arkadaşımla birlikte kokteylin yapılacağı diğer binaya doğru yürümeye başladık.

Karşıdan beş Amerikalı hanım bize doğru geliyordu.
Hepsinin yüzleri gülüyordu.
Bize güzel şeyler söyleyeceklerini hissettim.

Doğrusu kendim için bir iltifat bekliyordum. Çünkü sade bir şıklığım vardı.

Hanımlar arkadaşımın önünde durdular ve onu çok şık bulduklarını söylediler.

Arkadaşım çok renkli giyinmişti. Hatta biraz fazla renkli. Amerikalı hanımların zevki ile arkadaşımın zevki örtüşmüştü. 

***
Daha önce CENTO'da çalışmış olan Amerikalı dostlarımızdan bazıları, Washington'da olduğumuzu duyunca bizi ziyarete geldiler. Bunlardan biri de Mr.Fisher'dı.
Fisher ailesi Amerika'ya dönünce Annapolis Riva'ya (Maryland) yerleşmişler, South River üzerinde, ahşap bir ev yapmışlardı. Mr. ve Mrs. Fisher beni ısrarla evlerine davet ettiler. Zamanım çok kısıtlıydı. Çünkü, Avrupa'ya dönmeden önce, iki hafta New York'da tatil yapacaktım. "Sadece bir gün" dedim. Kabul ettiler. Mr.Fisher, Pazar sabahı geldi beni otelden aldı. Pazartesi sabahı Washington'a geri götürdü.

Fisher ailesinin bir kızı iki oğlu vardı. Sadece küçük oğulları yanlarındaydı. Diğerleri uzaktaydı. Ama büyük oğlu beni görmek için gelmişti. Çok duygulandım.

Mr.Fisher yolda giderken, hem hayatlarını anlatıyor, hem de pazar günleri öğle yemeği yemediklerini, sadece çorba içtiklerini söylüyordu. Acaba benim için bir mahzuru var mıydı? Hayır yoktu. Ayrıca ben çorbayı çok severim. Zaten sabahleyin otelde çok iyi kahvaltı yapmıştım.

Yalnız, beni her türlü araç tuttuğundan, sabahleyin küçük bir parça Dramamin yutmuştum. Dramamin beni acıktırır. Onun için eve geldiğimizde ben fena halde açtım. Mr.Fisher'ın dediği gibi sofrada sadece çorba vardı.

Mrs.Fisher sofrayı toplarken, "bulaşığı ben yıkayayım" dedim. O da, "daha şimdi geldin, misafirsin, akşama yıkarsın" dedi.

***
Mr. Fisher, bana evin civarını göstermek istiyordu. Hemen arabaya bindik. Yola çıktık. Akşama kadar dolaştık. Dünyanın en uzun köprüsü olan Chesapeaks Bay Bridge tabii benim instamatic fotoğraf makinama sığmadı. Ancak üç parça halinde çekebildim.
McDowell Hall, St.John's College, Naval Academi ve diğerlerini gezdik.

Ben hem çok yorulmuş, hem de çok acıkmıştım. Çorba beni tutmamıştı. Açlıktan başım ağrıyordu.

***
Eve dönerken Mr.Fisher, "bu akşam küçük oğlumuzun İngilizce öğretmeni de gelecek, ona çok şey borçluyuz, onu sık sık yemeğe çağırıyoruz, umarım memnun kalırsın" dedi ve müjdeledi, "Çin yemeği yiyeceğiz."
Çok sevindim.
Çünkü Çin mutfağını çok severim.

Fisher'ların küçük oğulları ile biraz sorunları olmuştu Çin'den Amerika'ya döndüklerinde. Çocuğun her Pazar akşam ateşi çıkıyordu ve ertesi gün okula gidemiyordu. Her türlü tedavi yapılıyordu, fakat sonuç alınamıyordu. Bir gün, İngilizce öğretmeni, çocukla konuşmayı denedi. Bu konuşma başarılı oldu. Sonunda çocuğun ateşinin hastalıktan değil, psikolojik nedenlerden çıktığı anlaşıldı. Sınıf arkadaşları çok küfürlü konuşuyorlardı. Çocuk bundan çok rahatsızlık duyuyordu.

***
Sofra kuruldu.

Biliyorsunuz Çinliler yemeklerini sopalarla (chop stick) yiyorlar. Fisher'lar da öyle yiyorlardı. İngilizce öğretmeni ile bana da sopa verdiler. Ama biz alışık değildik. Hemen de öğrenemezdik. Birbirimize nedir bu başımıza gelen der gibi baktık. Ben, zaten açtım, o kadar açtım ki, neredeyse elimle yiyecektim. Neyse, sonunda ona ve bana birer çatal verdiler de karnımızı doyurduk.

Yemek bitti. Mr.Fisher karısına, "sevgilim, sana mutfakta yardım edeyim" dedi. Mrs. Fisher da kocasına, "sevgilim biliyorsun, bulaşıkları Olcay yıkayacak" dedi.

Öğle bulaşığını yıkasaydım sadece beş çanak yıkayacaktım, ama akşam bulaşığı yığınlaydı. Yok çaresi, mutfağa gittim. Allahtan biraz sonra, kader arkadaşım, İngilizce öğretmeni geldi, "sen yıka, ben kurulayım" dedi.

Pazartesi sabahı, erkenden, Mr.Fisher beni tekrar Washington'a Watergate Oteli'ne getirdi. Eşyalarımı topladım. Ayberk'e gittim.

***
Ayberk, Ankara'da Bankacı Sokak'ta otururken, üst katımızda oturan Niyazi Aras'ın dört kızından biriydi. Arkeoloji tahsil etmişti. Prof. Ekrem Akurgal'ın öğrencisi olmakla övünürdü. Üniversiteyi bitirdikten kısa bir süre sonra evlendi. Kocasının işi gereği Amerika'ya yerleşti.

Niyazi bey, çok değerli bir bürokrattı. 27 Mayıs ihtilalinin olduğu gecenin sabahında, annemle kapıyı açtığımızda, Niyazi beyi çok düşünceli bir şekilde merdivenleri çıkarken görmüş ve şaşırmıştık.

Çünkü biz annemle çok sevinçliydik.

Niyazi beyin de sevinçli olacağını düşünüyorduk. Annem sebebini sordu. Niyazi bey ihtilallerin sevinilecek birşey olmadığını, İsmet Paşa'nın, "en kötü sivil yönetim, en iyi askeri yönetimden daha iyidir" dediğini söyledi.

Tabii biz o dakikada ne Niyazi beyin, ne de İsmet paşa'nın ne demek istediğini kavrayacak durumda değildik.

Ne yazık ki zaman her ikisini de haklı çıkardı.

***
Niyazi bey ihtilalden sonra Manisa'ya Vali oldu.

Ben Ayberk'le beraber 1965 yılında, 23 Nisan tatilinden yararlanarak, Manisa'ya gittim.

Vali Konağı'nda kalmak, her gidilen yerde en önde olmak, hoştu.

Ama en hoşu, Niyazi bey beni açılışlara götürür, kordelayı bana kestirir ve makam arabasında beni kendi yerine oturturdu. Aslında bu pek yapılan birşey değilmiş, ama Niyazi bey yapardı. Ben de çok onurlanırdım.

***
Bizim Manisa'da olduğumuz sırada Mesir Macunu Şenliği vardı.

Manisa Bimarhanesinin ilk başhekimi Merkez Efendi (Musa Bin Muslihiddin Bin Kılıç) 41 çeşit maddeden meydana gelen mesir macununu hastalarına ilaç olarak yedirirmiş. Birçok hastanın iyileşmesi üzerine mesir macununun ünü şehre yayılmış. O da her yıl, 15 Nisan'da, öğle namazından sonra Sultan Camii'nin minarelerine çıkıp aşağıda bekleyen halka külah içinde mesir macunu atmaya başlamış.

Halk arasında bu macunlardan yiyenlerin hastalıklarından kurtulacaklarına ve aynı zamanda dileklerinin de yerine geleceğine dair bir inanç oluşmaya başlamış. Böylece mesir macununun şöhreti daha da artmış.
***
Gerçekten halk büyük meydanda toplanmış bu mucize macunun aşağıya atılmasını bekliyordu.

Ben de gitmek istedim. Ama çok kalabalıktı. Gidemedim.

Biraz sonra Vali Bey'in evine torbalar dolusu macun geldi. Bana da verdiler. Ben de Ankara'ya götürdüm ve CENTO'daki hanım arkadaşlarıma dağıttım.

Herkes dileğini tuttu ve macununu yedi.

Aradan yıllar geçti.

Bir gün Sevinç (Karasapan Soysal) biraz hayret, biraz da hüzünle, "Hepimize macun yedirdin, içimizde bir sen evlenemedin" dedi.

Çok güldük.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder