Dayım 1900 yılında, İstanbul'da, Üsküdar'da doğmuş. Anneannemle dedemin yedinci çocuğu. Ve ailenin en sessiz, en uslu çocuğu.
Dayım okuldan gelince, kendisine ait olan, evin en küçük odasına girer, okul kıyafetini kapının arkasındaki çiviye asar, ev elbiselerini giyer, sessizce, yemek saatine kadar ders çalışırmış. Ciciannem böyle anlatırdı.
Dayımın ömrü, evde daktilosunun, üniversitede mikroskobunun başında geçti. Hep bir şeyler yazdı, hep bir şeyler araştırdı.
Osman dayımın aksine bize hiç sitem etmedi. Bana bir gün, "Ben yeğenlerimle ne kadar ilgilenebildim ki onlara sitem edeyim" demişti.
Dayım 1973 yılında emekli oldu. İstanbul Tıp Fakültesi, "Emekli Olan Değerli Hocaları" için bir kitap çıkardı. Bu kitapta her bir Emekli Hoca ile ilgili üç bölüm var: Birinci bölüm biyografi, ikinci bölüm o kürsünün bir profesörü tarafından hocası için yazılmış bir yazı, üçüncü bölümde ise emekli olan hocanın anıları.
Dayımın biyografisi şöyle:
1906 - 1916 yılları arasında ilk, orta ve lise tahsilini Üsküdar'da Ravzai Terakki, İttihat Terakki Nümune Mektebi ve İttihat Lisesinde yapmış.
1916 - 1920 yılları arasında yüksek öğrenimini Askeri Baytar Mektebi Alisi'nde yapmış ve 13 Haziran 1920'de Veteriner Teğmen olarak birincilikle mezun olmuş.
3 Haziran 1921'de Veteriner Üstteğmenliğe yükselmiş ve 25 Ekim 1921'de Milli Mücadele'ye katılmak üzere İstanbul'dan İnebolu'ya geçmiş, Kurtuluş Savaşı'nda gördüğü hizmetlerden dolayı İstiklal Madalyası ile taltif edilmiş.
Ocak 1922 tarihinde Milli Müdafaa Vekaleti tarafından tayin edildiği Konya'daki Garbi Anadolu Menzil Müfettişliği emrinde kurulması düşünülen Bakteriyolojihanei Baytari Laboratuvarı Amirliği görevine başlamış. 28 Nisan 1923'de Ankara Askeri Veteriner Bakteriyoloji ve Seroloji Enstitüsü Asistanlığına tayin edilerek, ordunun ihtiyacı olan aşı ve serumların hazırlanmasında çalışmış.
Haziran 1923'de Yüzbaşı olmuş.
1924 yılında ordu mensupları arasında açılan konkuru kazanarak Patalojik Anatomi ve Gıda Kontrolu ihtisası için Almanya'ya gönderilmiş.
Münih ve Leipzig Üniversitelerinde bir müddet çalıştıktan sonra 1926 yılında Berlin Üniversitesi Veteriner Patoloji Enstitüsü'nde "Zur Kenntnis des Lanzettegelbefalles der Schafleber" başlıklı tezi ile doktora imtihanını "Pekiyi" derece ile vermiş ve Dr. Med. Vet. unvanını almış.
1926 yılında yurda dönmüş ve Askeri Veteriner Akademisi Patolojik ve Et Kontrolü Şubesi'nde Asistan olarak çalışmaya başlamış.
1928 'de girdiği ihtisas imtihanını "Fevkalade" derece ile kazanarak Başasistan olmuş.
1930 yılında Patolojik Anatomi ve Et Kontrolu Muallim Vekili, 1933 yılında da bu derslerin Muallimi ve Akademi Üyesi olmuş.
Ek görev olarak Yüksek Veteriner Mektebi'nde Patoloji ve Histoloji Müderris Muavinliği yapmış.
1932 yılında Binbaşı olmuş.
1939 yılında istifa ederek askerlikten ayrılmış.
29 Eylül 1939'da İstanbul Üniversitesi Kanser Enstitüsü Laboratuvar Şefliği'ne atanarak Ord. Prof. Dr. Oberndorfer ile çalışmaya başlamış.
6 Eylül 1944 tarkihinde İstanbul Tıp Fakültesi Histoloji ve Embryoloji Profesörlüğüne oybirliği ile seçilmiş.
Ek görev olarak, 1935 – 1946 yılları arasında İstanbul Belediyesi Veteriner Gıda Muayene Laboratuvarı Şefliği, 1944 – 1948 yılları arasında Kanser Konseyi Sekreteliği, 1948 – 1955 yılları arasında Eczacı Okulu Müdürlüğü yapmış.
1952 yılında müşterek kararla Ordinaryüs Profesör olmuş.
1944 - 1955 yılları arasında Profesörler Kurulu Mazmata Muharrirliği,
1948 - 1955 yılları arasında Tıp Fakültesi Yönetim Kurulu Üyeliği, 1955 - 1970 yılları arasında Senato Yönetim Kurulu Üyeliği, 1952 - 1972 yılları arasında Ord. Prof. Dr. Ekrem Şerif Egeli'ye, Ord. Prof. Dr. İhsan Şükrü Aksel'e, Prof. Dr. Arif İsmet Çetingil'e, Prof. Dr. Ömer Özek'e, Prof. Dr. Cihat Abaoğlu'na ve Prof. Dr. Sefa Karatay'a, birçok defa, Dekan Vekilliği yapmış.
Çeşitli tarihlerde Anatomi, Patoloji ve Fizyoloji Ana Bilim Dalları ile Tıp Tarihi ve Deontoloji Enstitüsü Yönetimlerine vekalet etmiş.
Yabancı dildeki, örneğin Almanca dilindeki, Doçentlik Jürisi'nde Komisyon Üyesi olarak uzun yıllar çalışmış. Alman Patoloji Cemiyeti asli üyesi olup, üçü Almanya'da, biri İsviçre'de ve biri de Hollanda'da olmak üzere beş yabancı meslek mecmuasının yayın kurulunda bulunmuş.
Türkiye'de, Türk Mikrobiyoloji Cemiyeti, Askeri Veteriner Akademisi, Türk Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu, Türk Biyoloji Derneği, Türkiye Tıp Akademisi, Türk Tıp Tarihi Kurumu, Türk Elektronmikroskopi Derneği, Türk - Alman Kültür İşleri İstişare Kurulu İstanbul Şubesi üyesi, Türk Patoloji Cemiyeti Başkanı olmuş.
Yurt dışında 12, yurt içinde 29 olmak üzere 41 bilimsel kongreye iştirak etmiş.
Her biri birkaç defa basılan 8 kitap, 12 tanesi Almanca olmak üzere 70 mesleki yayın, 44 bilimsel makale, 11 tercüme yazı, 65 Türkçe'den yabancı dile ve 135 yabancı dilden Türkçeye olmak üzere 200 referat yayınlamış, ilmi toplantılarda 257 disküsyona katılmış.
Çalışmaları Almanca, Fransızca, İngilizce ve Rusça kitap ve mecmualarda 26 defa site edilmiş ve yedi yabancı dilde bilimsel yayınlarda refere edilmiş.
Emeklilik yaşı 65 olduğu halde, bazı hocaların, Üniversite Kanunu'nun 66. Maddesi uyarınca, emeklilik hükümlerinden ayrı tutularak, 70 yaşını doldurduklarında emekli olmaları kararı uyarınca, 1 Ağustos 1973 tarihinde, 73 yaşındayken emekli olmuş.
***
Sözünü ettiğim kitabın ikinci bölümünde, Prof. Dr. Türkan (Yaramancı) Erbengi, dayımla ilgili çok anlamlı bir yazı yazmış. Dayımla 25 yıla yakın bir süre aynı Kürsü'de birlikte çalışmış olan Prof. Erbengi dayım emekli olduktan sonra Histoloji ve Embriyoloji Kürsüsü'ne başkan olmuştu. Prof. Erbengi özetle şöyle diyor:
“...Histoloji ve Embriyoloji Enstitüsü, gerek yer ve gerek ilmi bakımdan bugünkü seviyesini kazanmasını, Ord. Prof. Dr. Üveis Maskar'ın gayretlerine borçludur. ..... Ord.Prof. Üveis Maskar, araştırmacı yönüyle bizlere örnek olmuş, hakiki ilim adamı olarak kendisini kabul ettirmiş nadir hocalardandı. ..... Bilimsel çalışmalarda literatürün önemine değer veren hocamızın kendi çalışmalarıyla literatüre yaptığı katkıyı hepimiz bibliyografyasından biliyoruz. Fakat, kürsümüzde kendilerinin literatür konusunda ayrı baskı toplamakla kürsüye yaptığı hizmetlerin canlı delili 18000'e varan ayrı baskı koleksiyonu olduğunu bilenler herhalda daha az sayıdadır.
...Ord. Prof. Dr. Üveis Maskar'ın göreve bağlılığı idareciliğinin başarısında en önemli etken olmuştur diyebiliriz. Kürsüde elemanların devamlılığı ile ilgilenmiş, sırasında "amir", sırasında "baba" sırasında da "arkadaş" olarak sevinçlerimizde ve tasalarımızda en yakınımızda olmuştur. ..... Ord. Prof. Üveis Maskar, iki oda, bir koridor ve iki laboratuvardan ibaret Enstitü'yü bugünkü histokimyasal ve elektronmikroskopik araştırmaların yapıldığı modern bir kürsü haline getirmiştir... Başarılı meslek hayatını, düzenli ve mutlu aile yaşantısında kendisini daima destekleyen eşi Sayın Leyla Maskar ile beraberliğine borçlu olduğunu belirten, "hümanist", "Büyük Hoca", Ord. Prof. Dr. Üveis Maskar'ın bu mutlu yaşantısının daha pek çok yıllar devamını Histoloji ve Embryoloji ailesi olarak candan dileriz.“
***
Kitabın üçüncü bölümü olan "Anılar" kısmına geçmeden önce, zamanın Turizm ve Tanıtma Bakanı Dr.Ahmed İhsan Kırımlı'nın 19 Kasım 1973 tarihli mektubunu okumanızı istiyorum. Dayım bana bu mektubun fotokopisini gönderdiği için biraz zor okunuyordu. Onun için mektubu bilgisayarda yeniden yazdım. Yazının imzasız olmasının nedeni budur.
T U R İ Z M VE T A N I T M A
B A K A N I
Ö Z E L
Ankara, 19 Kasım 1973
Muhterem Hocam,
Birkaç gün evvel büyük adlarınıza yapılan töreni Televizyonda seyrederken, yine bir talebeniz olan eşimle beraber heyecanla dolup taşdık. Sizlerden feyz alanlar olarak gurur duyduk.
Uzun yıllar insanlığa, Türkiye'ye, Türk Tıbbına, bize insan üstü feragat ve fedakarlıklarla verdiklerinizi bir törenle, bir plaketle ödemek mümkün mü? Ama yine biz biliyoruz ki değeri ödenmeyecek hizmetlere ancak tören yapılır. Zaten bu törenler ödemek değil hizmetleri tescil ve ebedileştirmek, gelecek nesillere güzel örnekler bırakmaktır.
Tıbbiyeden mezun olurken veda balomuzda arkadaşlarım adına yaptığım konuşmada şöyle demiştim. "Hizmette sizleri geçerek sizlere layık olacağız". Beni rahmetli hocam Prof. Dr. Kazım İsmail Gürkan tebrik ederek, "Bu sözünü beğendik işte" demişti.
Ne mümkün, sizleri, adları Tıp Tarihinde ebedileşmişleri geçmek. Hiç mümkün olur mu? Törende sizleri heyecanla gururla seyrettiğimde bu sözü söylerken ne kadar da gençmişim dedim.
Bu satırlarımı bütün eski hocalarıma aynen yazdım. Size teşekkürümüz sizi örnek alışımız olacaktır.
Muhterem Hocamız, yine öğrenciniz olan eşimle beraber defalarca tebriklerimizin kabulü ile sağlık ve esenlikler diler, ellerinizden öperiz.
Dr.Ahmed İhsan Kırımlı
Turizm ve Tanıtma Bakanı
(imza)
***
Dayım anılarının birinci paragrafının son satırlarını şöyle tamamlamış : "genç nesile öğrenek olur umudu ile buraya yansıtmayı uygun buldum." "Öğrenek" öztürkçe bir sözcük. Herhalde genç bir meslektaşından öğrendi. Beğendi ve kullandı.
Sevgili kuzenim Prof. Dr. Saman Belgerden, dayımın çok güzel bir Türkçe ile konuştuğunu ve öztürkçe sözcükler kullanmaya özen gösterdiğini, bunlardan birinin de "kendine özgü" deyimi olduğunu söyledi. Ben de "tabiat" için "doğa"yı, "tabii" için "doğal'ı kullandığımda, "sevdim" demiş ve defterine not etmişti.
Dayım Kurtuluş Savaşını anlattığı bölüme “Hatıralarım’dan” diyebilirdi. Ama dememiş. “Anılarım’dan ” demiş
***
Biyografisinde de gördüğümüz gibi, dayım 1939 yılında istifa ederek askerlikten ayrılmış. Tabii bunun bir hikayesi olmalı.
1923 yılında ihtisas için Almanya'ya giden dayım, Berlin'de Else (Hank) ile tanışmış. Önce arkadaşlık etmişler, sonra birbirlerine aşık olmuşlar.
Else'nin babası (Carl Hank) Berlin'in tanınmış mimarlarındanmış. Sahibi olduğu apartmanın dört cephesi ve dört kapısı varmış. Dayım ise Ayşe Sıdıka hanım ile Sadaret Evrak Mümeyyizi Hüseyin Mazhar beyin mütevazı evinde yetişmiş masum bir delikanlıymış.
Else'nin babası, ilk tanıştıkları gece dayıma "kaç yıllık şarap içersiniz" diye sormuş. Dayım ne diyeceğini bilememiş.
Uzun bir arkadaşlığın sonunda dayım Else ile evlenmeye karar vermiş ve durumu anneanneme bildirmiş. Anneannem biraz düşünmüş. Sonra, "oğlumdan olmaktansa evliliği kabul etmek evladır" demiş ve "ikinizi de en kısa zamanda bekliyorum" diye cevap vermiş.
***
Dayımlar evlilik hazırlığına başlamışlar. Else'nin annesi (Selma Hank) ölmüşmüş. Onun için babanın sorumluluğu iki katmış. Dayımı çok beğenmesine hatta çok sevmesine rağmen bir gün kızına, "İyi düşün, geri dönmeye kalkarsan bu evin kapısı sana kapalı olacaktır" demiş. Baba, Else'nin kararlılığı karşısında daha ileri gidememiş. Ve nikah kıyılmış.
Türkiye'ye hareket günü gelmiş. Dayım ve yengem trene binmişler. Baba, bir fırsatını bulmuş, dayıma belli etmeden, yengemin cebine para koymuş. "Eğer yapamazsan geri dönersin" demiş. Halbuki, "iyi düşün, geri dönmeye kalkarsan bu evin kapısı sana kapalı" demişti. Ama kolay mı evin kapısını kapatmak. Adamcağız korkular içinde. Biricik kızı bir meçhule doğru gidiyor. Ve baba, Türkiye hakkında bir dayımı biliyor. Yengemin bildiği ise Türk erkeklerinin dört karılı olduğu.
Tren hareket eder etmez, yengem babasının verdiği parayı dayımın cebine koymuş. "Ne olursa olsun, ne ile karşılaşırsam karşılaşayım, geri dönmemeye kararlıydım" demişti bana.
***
Yıl 1928. Askeri Veteriner olan babam, İstanbul Metris Çiftliği’ndeki 3 üncü Kolordu Ecza Deposu'nda çalışıyor. Bu nedenle Topkapı'da oturuyorlar. Ağabeyim iki buçuk yaşında ben henüz dünyada yokum.
Bir gece yarısı kapı çalınmış. Annem elinde gaz lambası ile kapıyı açmış. Dayımı karşısında görür görmez boynuna sarılmış. Yengem, "işte karısı" demiş.
Yengem, uzun yıllar o anın etkisinden kurtulamamış ve annemi sevmemiş. Ama evinde Türk - Alman bilim insanları için verdiği davetlere annemi muhakkak davet ederdi. Çünkü annemi çok "sosyal" bulurdu.
***
Dayımla yengem Üsküdar'daki eve yerleşmişler. Yengemi her şey çok şaşırtmış ama en çok alaturka tuvalet ürkütmüş. Yengem haklı. Bizim Üsküdar'daki evin tuvalet taşı da insanı ürkütecek kadar büyüktü. Yengem, bir türlü neyi, nereye, nasıl yapacağını bilememiş. Dayım yengemi rahat ettirmek için, deliğin tam üstüne isabet edecek şekilde, ahşaptan bir taht yaptırmış.
İlk gece, gaz lambasının nasıl söndürüleceğini ciciannemden, tahtakurusunun nasıl yok edileceğini mahalledeki komşulardan öğrenmiş. Ama maaşallah her şeyin hakkından gelmiş. Ciciannem, "Altı ayda Türkçeyi söktü" derdi.
Yengem kendi arzusu ile müslüman olmuş. Anneannem, “Ayşe” olan göbek adını yengeme hediye etmiş, dayım da "Leyla" demiş.
***
Yengemin babası çok merak ettiği Türkiye'yi, Türk halkını, Türklerin yaşama tarzını ve Atatürk'ün Türkiyesi'ni görmek ve de kızının yazdığı gibi gerçekten mutlu olup olmadığını anlamak için Türkiye'ye gelmiş.
Ciciannem, yengemin babasının çok iri yapılı, Bismark gibi kocaman bıyıklı, yakışıklı ve terbiyeli bir bey olduğunu söylerdi.
Baba, ciciannemden çok hoşlanmış. Ve ciciannemle evlenmek istemiş. Yengem bu işe çok sevinmiş. Ama ciciannem kabul etmemiş. Bana, ağabeyimle beni kastederek, "sizleri bırakamadım" demişti. Ama asıl neden bizi bırakamamak mıydı, yoksa gurbete gitme korkusu muydu, yoksa ailenin erkeklerinin engel olması mıydı, bilmiyorum.
Yengem, sevgili görümcesinin üvey annesi olamadığına çok üzülmüş. Ne zaman yengemle beraber olsak, sanki ilk defa söylüyormuş gibi, "biliyor musun, babam Refika abla ile evlenmek istedi" derdi.
Uzun ve meşakkatli bir Üsküdar hayatından sonra (ki bu bir roman konusu olabilir) dayımla yengem, Kadıköy'deki Kehribarcı apartmanına taşınmışlar.
Baba, çok sevdiği İstanbul'a birkaç kere daha gelmiş.
***
1939 yılında, bir paşa, yabancı kadınlarla evli olan subayların ya askerlikten ya da karılarından ayrılmaları gerektiğini bildiren bir yazı göndermiş. Dayım ve çok yakın arkadaşı Saim Pekmen bu yazıyı alır almaz hemen istifalarını vermişler. Tam onların istifalarının kabul edildiği bir sırada, o paşa gitmiş yerine başka bir paşa gelmiş. Gelen paşa, "ben kimsenin yuvasını yıkmam" demiş ve emri durdurmuş. İstifa etmeyenler orduda kalmış. İstifa edenler, yani dayım ve Saim bey, ordudan ayrılmışlar.
Bu konu ile ilgili elimde bir belge var. Askeri Veteriner Tatbikat Okulu Müdürü Tuğbay (Albay) Rıza Tinay, 27 Şubat 1939 tarihinde Milli Müdafaa Vekaleti Veteriner İşleri Daire Reisliği'ne daktilo makinesiyle bir buçuk sayfa tutan bir yazı göndermiş. Bu yazıda özetle, istifa ederek ayrılmalarının telafisi çok güç vaziyet ihdas ettiğinin, ilmi varlıklarının, ahlaki meziyetlerinin, yabancı dillerdeki neşriyatlarının ve daha pek çok özelliklerinin üzerinde durmuş, istifalarının engellenmesini arz etmiş.
Bu yazıya nasıl bir cevap verildi bilmiyorum. Belki de hiç cevap verilmedi. Çünkü, cevap verilmiş olsaydı, eminim dayım bu yazının durduğu zarfın içine onu da koyardı.
***
Dayımın istifası üzerine yengem, "sen bir bilim adamısın. Kapı kapı dolaşıp kendine iş arayamazsın. Şimdi sen evde oturacaksın, ben çalışacağım" demiş ve Alman Bankasına müracaat etmiş. Yengem, Berlin'de Ticaret Lisesi'ni bitirmişti ve birçok dil biliyordu.
Dayıma altı ay sonra İstanbul Üniversitesi'nden teklif gelmiş. Biyografisinden de öğrendiğimiz gibi, dayım, İstanbul Üniversitesi Kanser Enstitüsü Laboratuvar Şefliğine atanmış ve Ord. Prof. Dr. Oberndorfer ile çalışmaya başlamış.
***
Dayımın adı sadece bilim dünyasında bilinirdi. Çünkü, siyasetle hiç uğraşmadı. Siyasi görüşü çok kuvvetli olmasına karşın, hiçbir siyasi partiye kaydolmadı. Sanat ve edebiyat çevresinden pek çok dostları olduğu halde gazete sütunlarında hiç görünmedi.
Son derece mütevazı bir insandı. Kürsü Başkanı olduğu zaman bile Eminönü'nden Karaköy'e sandalla geçerken sıradan bir vatandaş gibi davranırdı. "Ben hoca olduğumu bile kimseye söylemem" derdi.
Mahmut Paşa yokuşunda rastladığımız sokak satıcısından aldığımız salatalık turşusunu ayak üstü yerken, "acaba beni bir gören olur mu" gibi bir endişesi hiçbir zaman olmadı.
***
Vatanseverdi. Kurtuluş savaşına katılmış, bu vatanın nasıl kurtulduğuna tanık olmuş bir insanın zaten başka türlü olması imkansızdı.
Dayım, Atatürk sevgisiyle doluydu. Her vesile ile bunu dile getirirdi.
Örneğin, 6 Kasım 1979 tarihinde, Eminönü Lioness ve Lions Kulüplerinin Sheraton Oteli'ndeki yemekli toplantısında da bu sevgiyi şöyle dile getirmişti.
Sevgili kuzenim Prof. Dr. Saman Belgerden, dayımın çok güzel bir Türkçe ile konuştuğunu ve öztürkçe sözcükler kullanmaya özen gösterdiğini, bunlardan birinin de "kendine özgü" deyimi olduğunu söyledi. Ben de "tabiat" için "doğa"yı, "tabii" için "doğal'ı kullandığımda, "sevdim" demiş ve defterine not etmişti.
Dayım Kurtuluş Savaşını anlattığı bölüme “Hatıralarım’dan” diyebilirdi. Ama dememiş. “Anılarım’dan ” demiş
***
Biyografisinde de gördüğümüz gibi, dayım 1939 yılında istifa ederek askerlikten ayrılmış. Tabii bunun bir hikayesi olmalı.
1923 yılında ihtisas için Almanya'ya giden dayım, Berlin'de Else (Hank) ile tanışmış. Önce arkadaşlık etmişler, sonra birbirlerine aşık olmuşlar.
Else'nin babası (Carl Hank) Berlin'in tanınmış mimarlarındanmış. Sahibi olduğu apartmanın dört cephesi ve dört kapısı varmış. Dayım ise Ayşe Sıdıka hanım ile Sadaret Evrak Mümeyyizi Hüseyin Mazhar beyin mütevazı evinde yetişmiş masum bir delikanlıymış.
Else'nin babası, ilk tanıştıkları gece dayıma "kaç yıllık şarap içersiniz" diye sormuş. Dayım ne diyeceğini bilememiş.
Uzun bir arkadaşlığın sonunda dayım Else ile evlenmeye karar vermiş ve durumu anneanneme bildirmiş. Anneannem biraz düşünmüş. Sonra, "oğlumdan olmaktansa evliliği kabul etmek evladır" demiş ve "ikinizi de en kısa zamanda bekliyorum" diye cevap vermiş.
***
Dayımlar evlilik hazırlığına başlamışlar. Else'nin annesi (Selma Hank) ölmüşmüş. Onun için babanın sorumluluğu iki katmış. Dayımı çok beğenmesine hatta çok sevmesine rağmen bir gün kızına, "İyi düşün, geri dönmeye kalkarsan bu evin kapısı sana kapalı olacaktır" demiş. Baba, Else'nin kararlılığı karşısında daha ileri gidememiş. Ve nikah kıyılmış.
Türkiye'ye hareket günü gelmiş. Dayım ve yengem trene binmişler. Baba, bir fırsatını bulmuş, dayıma belli etmeden, yengemin cebine para koymuş. "Eğer yapamazsan geri dönersin" demiş. Halbuki, "iyi düşün, geri dönmeye kalkarsan bu evin kapısı sana kapalı" demişti. Ama kolay mı evin kapısını kapatmak. Adamcağız korkular içinde. Biricik kızı bir meçhule doğru gidiyor. Ve baba, Türkiye hakkında bir dayımı biliyor. Yengemin bildiği ise Türk erkeklerinin dört karılı olduğu.
Tren hareket eder etmez, yengem babasının verdiği parayı dayımın cebine koymuş. "Ne olursa olsun, ne ile karşılaşırsam karşılaşayım, geri dönmemeye kararlıydım" demişti bana.
***
Yıl 1928. Askeri Veteriner olan babam, İstanbul Metris Çiftliği’ndeki 3 üncü Kolordu Ecza Deposu'nda çalışıyor. Bu nedenle Topkapı'da oturuyorlar. Ağabeyim iki buçuk yaşında ben henüz dünyada yokum.
Bir gece yarısı kapı çalınmış. Annem elinde gaz lambası ile kapıyı açmış. Dayımı karşısında görür görmez boynuna sarılmış. Yengem, "işte karısı" demiş.
Yengem, uzun yıllar o anın etkisinden kurtulamamış ve annemi sevmemiş. Ama evinde Türk - Alman bilim insanları için verdiği davetlere annemi muhakkak davet ederdi. Çünkü annemi çok "sosyal" bulurdu.
***
Dayımla yengem Üsküdar'daki eve yerleşmişler. Yengemi her şey çok şaşırtmış ama en çok alaturka tuvalet ürkütmüş. Yengem haklı. Bizim Üsküdar'daki evin tuvalet taşı da insanı ürkütecek kadar büyüktü. Yengem, bir türlü neyi, nereye, nasıl yapacağını bilememiş. Dayım yengemi rahat ettirmek için, deliğin tam üstüne isabet edecek şekilde, ahşaptan bir taht yaptırmış.
İlk gece, gaz lambasının nasıl söndürüleceğini ciciannemden, tahtakurusunun nasıl yok edileceğini mahalledeki komşulardan öğrenmiş. Ama maaşallah her şeyin hakkından gelmiş. Ciciannem, "Altı ayda Türkçeyi söktü" derdi.
Yengem kendi arzusu ile müslüman olmuş. Anneannem, “Ayşe” olan göbek adını yengeme hediye etmiş, dayım da "Leyla" demiş.
***
Yengemin babası çok merak ettiği Türkiye'yi, Türk halkını, Türklerin yaşama tarzını ve Atatürk'ün Türkiyesi'ni görmek ve de kızının yazdığı gibi gerçekten mutlu olup olmadığını anlamak için Türkiye'ye gelmiş.
Ciciannem, yengemin babasının çok iri yapılı, Bismark gibi kocaman bıyıklı, yakışıklı ve terbiyeli bir bey olduğunu söylerdi.
Baba, ciciannemden çok hoşlanmış. Ve ciciannemle evlenmek istemiş. Yengem bu işe çok sevinmiş. Ama ciciannem kabul etmemiş. Bana, ağabeyimle beni kastederek, "sizleri bırakamadım" demişti. Ama asıl neden bizi bırakamamak mıydı, yoksa gurbete gitme korkusu muydu, yoksa ailenin erkeklerinin engel olması mıydı, bilmiyorum.
Yengem, sevgili görümcesinin üvey annesi olamadığına çok üzülmüş. Ne zaman yengemle beraber olsak, sanki ilk defa söylüyormuş gibi, "biliyor musun, babam Refika abla ile evlenmek istedi" derdi.
Uzun ve meşakkatli bir Üsküdar hayatından sonra (ki bu bir roman konusu olabilir) dayımla yengem, Kadıköy'deki Kehribarcı apartmanına taşınmışlar.
Baba, çok sevdiği İstanbul'a birkaç kere daha gelmiş.
***
1939 yılında, bir paşa, yabancı kadınlarla evli olan subayların ya askerlikten ya da karılarından ayrılmaları gerektiğini bildiren bir yazı göndermiş. Dayım ve çok yakın arkadaşı Saim Pekmen bu yazıyı alır almaz hemen istifalarını vermişler. Tam onların istifalarının kabul edildiği bir sırada, o paşa gitmiş yerine başka bir paşa gelmiş. Gelen paşa, "ben kimsenin yuvasını yıkmam" demiş ve emri durdurmuş. İstifa etmeyenler orduda kalmış. İstifa edenler, yani dayım ve Saim bey, ordudan ayrılmışlar.
Bu konu ile ilgili elimde bir belge var. Askeri Veteriner Tatbikat Okulu Müdürü Tuğbay (Albay) Rıza Tinay, 27 Şubat 1939 tarihinde Milli Müdafaa Vekaleti Veteriner İşleri Daire Reisliği'ne daktilo makinesiyle bir buçuk sayfa tutan bir yazı göndermiş. Bu yazıda özetle, istifa ederek ayrılmalarının telafisi çok güç vaziyet ihdas ettiğinin, ilmi varlıklarının, ahlaki meziyetlerinin, yabancı dillerdeki neşriyatlarının ve daha pek çok özelliklerinin üzerinde durmuş, istifalarının engellenmesini arz etmiş.
Bu yazıya nasıl bir cevap verildi bilmiyorum. Belki de hiç cevap verilmedi. Çünkü, cevap verilmiş olsaydı, eminim dayım bu yazının durduğu zarfın içine onu da koyardı.
***
Dayımın istifası üzerine yengem, "sen bir bilim adamısın. Kapı kapı dolaşıp kendine iş arayamazsın. Şimdi sen evde oturacaksın, ben çalışacağım" demiş ve Alman Bankasına müracaat etmiş. Yengem, Berlin'de Ticaret Lisesi'ni bitirmişti ve birçok dil biliyordu.
Dayıma altı ay sonra İstanbul Üniversitesi'nden teklif gelmiş. Biyografisinden de öğrendiğimiz gibi, dayım, İstanbul Üniversitesi Kanser Enstitüsü Laboratuvar Şefliğine atanmış ve Ord. Prof. Dr. Oberndorfer ile çalışmaya başlamış.
***
Dayımın adı sadece bilim dünyasında bilinirdi. Çünkü, siyasetle hiç uğraşmadı. Siyasi görüşü çok kuvvetli olmasına karşın, hiçbir siyasi partiye kaydolmadı. Sanat ve edebiyat çevresinden pek çok dostları olduğu halde gazete sütunlarında hiç görünmedi.
Son derece mütevazı bir insandı. Kürsü Başkanı olduğu zaman bile Eminönü'nden Karaköy'e sandalla geçerken sıradan bir vatandaş gibi davranırdı. "Ben hoca olduğumu bile kimseye söylemem" derdi.
Mahmut Paşa yokuşunda rastladığımız sokak satıcısından aldığımız salatalık turşusunu ayak üstü yerken, "acaba beni bir gören olur mu" gibi bir endişesi hiçbir zaman olmadı.
***
Vatanseverdi. Kurtuluş savaşına katılmış, bu vatanın nasıl kurtulduğuna tanık olmuş bir insanın zaten başka türlü olması imkansızdı.
Dayım, Atatürk sevgisiyle doluydu. Her vesile ile bunu dile getirirdi.
Örneğin, 6 Kasım 1979 tarihinde, Eminönü Lioness ve Lions Kulüplerinin Sheraton Oteli'ndeki yemekli toplantısında da bu sevgiyi şöyle dile getirmişti.
Dayım Üveis Maskar ve Ağabeyim Dr. Oktay C. Akkent
Sheraton Oteli.
"Sayın Başkan, değerli üyeler ve konuklar,Sayın Prof. Dr. Afet İnan, tam bir selahiyetle Atatürk'ü bütün yönleri ile anlattılar. Ben de bu vesile ile İstiklal Savaşı'ndan bir hatıramı ve yabancılardan O'nun için duyduğum övgüleri sizlere aktarmak istiyorum.
Son taarruzdan birkaç ay önce idi. O zaman ben Konya Garbi Anadolu Menzil Müfettişliği emrindeki Veteriner Bakteriyoloji Laboratuvarı Amiri olarak görevde bulunuyordum.
Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa, misafirleri Rus Mümessili Aralof ve Azerbaycan Mümessili İbrahim Abilof ile garp cephesini dolaştıktan sonra Konya'ya gelmişlerdi.
Menzil Müfettişliği emrindeki Askeri Nalbant Mektebi'ni de ziyaret ettiler.
Burada 30 nalbant eri gündüz ve 30 nalbant eri de gece çalışıyor ve 24 saatte 700 giyim (4 x 700 = 2800) nal ve 12 000 nal çivisi (mıh) yapıyorlardı.
Özel çubuk demir yoktu. Her türlü yassı demir artıklarından ve hurda tren yolu traverslerini ilkin şerit halinde kesip bunlardan nal yapıyorlardı.
Ateş için de, dağda yaktırılan kestane kömüründen faydalanıyorlardı.
Misafirler bu çalışmadan çok mütehassıs oldular. Aralof, "iğne ile kuyu kazan biz şark milletleri, garp emperyalistlerine mağlup olmayacağız" demişti. Tercümeyi Abilof yapmıştı.
Bu insan eliyle yapılan fabrikasyon, misafirler üzerinde çok etki yapmış, Gazi de takdirlerini izhar etmişti.
Milli Hükümetin mali sıkıntıları olduğundan beş ay maaşlar verilememişti. Bu ziyaretten sonra biriken aylıklarımız Rus altını ile (beheri 650 kuruş üzerinden) ödendi.
Savaş başarı ile sonuçlandıktan ve Cumhuriyetin ilanından Sonra açılan konkuru kazanmış ve 1924'te ihtisas için Almanya'ya gitmiştim.
Münih'te Türk Talebe Cemiyeti bir balo tertiplemiş ve Almanlar da büyük ilgi göstermişlerdi. Cemiyet Başkanı gösterilen bu ilgiye teşekkür etti ve aralarında Türk ordusunda hizmet etmiş Alman hocaların bulunduğunu söyledi.
***Baloya üniformalı olarak gelmiş bulunan General Kress von Kressenstein söz istedi. “Evet! Almanlar vaktiyle Türk Ordusunda hocalık yapmışlardı. Ben de Cihan Harbi'nde Kafkas cephesinde Türk Ordusunda çalıştım ve Türkleri yakından tanıdım. Harbi, Türklerle müttefik olarak beraber kaybettik. Fakat Türkler büyük kumandan Mustafa Kemal'in idaresi altında müstevli düşmanı memleketlerinden kovdu ve istiklaline kavuştu. Biz ise hala yabancı kontrolü altında yaşıyoruz. İşte Türklerin azim ve irade ile yüksek vasıflı bir önderin emri altındaki bu başarısı, biz Almanlar için büyük bir derstir ve Türklerin bu hocalığı, Almanların vaktiyle onlara yaptığı hocalık karşısında paha biçilmez bir üstünlük taşır” dedi.
Bu sözler karşısında bizlerin ve hele İstiklal Savaşı'ndan muzaffer çıkmış bir ordunun ferdi olarak benim duyduğum heyecan ve gurur elbette hudutsuzdu..."
Dayım dinimizi çok iyi bilirdi. Kuranı okur ve anlardı. Dayımın yaşıtı olan amcam Dr. Medeni Akkent de öyleydi. Zaten o kuşak, dinimizi başkalarından değil, Kuran'ın kendisinden öğrenmişlerdi. Tefsirleri akılcı, yorumları mantıklıydı.
***
Biriktirme ve saklama hastalığı ailede var. Anneannem, ciciannem, Üveis dayım, ağabeyim ve ben. Ama bu merak en çok Üveis dayımda vardı. 1921 yılında, Atatürk'e katılmak için, Remo gemisi ile İnebolu'ya hareket etmeden önce kendisine verilen 5890 sayılı "seyahat varakası"nı hala sakladığını anılarında yazmıştı.
Kadıköy'de Kehribarcı Apartmanı'nın - asansörsüz - sekizinci katında otuz yıla yakın bir zaman oturdular. Sonra artık zor gelmeye başladı; her gün o merdivenleri inmek, iskeleye yürümek, vapurla karşıya geçmek, tramvay veya otobüsle üniversiteye gitmek ve akşam yorgun argın aynı koşullarda eve dönmek ve o bitmez tükenmez merdivenleri çıkmak. Karşı tarafta bir yere taşınmak istiyorlardı.
Dayım fikir olarak hemfikirdi de, bunca yılın birikimi nasıl toplanacaktı. Yengem, "sen üzülme, ben toplarım" diyordu. Dayım da, "düşünürüz, bakarız, yaparız" diye yengemi oyalıyordu.
O günlerin birinde İstanbul'a gelmiştim. Dayımlara gittim. Yengem konuyu açtı. Benden destek almak istiyordu. Dayım elimden tuttu, beni koridora götürdü. Yerli bir dolabın kapaklarını açtı. Dolap her boy, cins ve renkte şişelerle doluydu. Dayım, ağlamaklı, "ben bunları nasıl götürürüm" diyordu. Yengem de, "Süssen, (cicim, tatlım) sen karışma, ben onları götürürüm" diyordu. Ve götürdü de. Şişli'de, Sıracevizler Caddesi'nde bir daire satın aldı ve Kehribarcı Apartmanı'nı olduğu gibi Uğur Apartmanı'na taşıdı.
Dayımın vefatından sonra Şişli'deki eve gittiğim bir gün, yengem koridordaki yerli dolaptan bir şey getirmemi istedi. Dolabı açtım. Dayımın şişeleri daha da çoğalmış olarak raflarda duruyordu.
Hep düşünürüm, arkamızdan gelenler, her biri ayrı bir "anı hikaye" olan biriktirdiklerimize, acaba, ne kadar sahip çıkacaklar?
Sahip çıkacaklar mı?
***
Dayımın kuşağının bir özelliği vardı. Hesabını, kitabını iyi bilen; o terbiye ile yetişmiş insanlardı. Prof. Dr Türkan (Yaramancı) Erbengi dayımı anlatırken, "tüm harcamalarda israftan kaçınır, Kürsünün her kuruşunu düşünerek harcar, bizim de öyle yapmamızı isterdi" diyor.
TRT 2'de yıllarca süren "Cumhuriyete Kanat Gerenler" programında hep böyle davranan insanlar anlatılmıştı. Onlar yalnız kendi paralarını değil, devletin parasını da düşünerek harcamışlardı.
***
Dayım bazı neşriyatlarından bana verirdi. Hatta bunlar Almanca dilinde yazılmış olsa bile. Dayım bana bunları yalnız vermekle kalmaz, benim anlayacağım şekilde, açıklamalar da yapardı. Ve sonra da "anılarımı tazeledim" diye neşelenirdi.
Bunların içinde bir tanesi beni çok ilgilendirmişti. "İslam'da ve Osmanlılar'da Otopsi Sorunu Üzerine Bir Etüd."
Hem konusunun ilginçliği, hem de bir araştırmanın nasıl yapıldığının görülmesi açısından, dayımın bu Etüd'ünün çoğaltılıp dağıtılmasını çok isterim. Nitekim, bir kopyasını İslam Araştırma Merkezi Kütüphanesi'ne verdim. "Biz bunu bilmiyorduk" dediler ve teşekkür ettiler.
Dayım, 12 sayfalık bu Etüd için 71 Kaynak'tan yararlanmış ve bu çalışmasını, Tıp Tarihi Kürsüsü'nün Kurucusu ve ilk Başkanı Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver'e armağan etmiş, Tıp Tarihçisi Prof Dr. Feridun Nafiz Uzluk'u saygıyla anmış ve Kürsü'nün kitaplığından kendisini faydalandırdığı için Prof. Dr. Bedi Şehsuvaroğlu'na teşekkür etmiş.
Beni konusunun önemi ve araştırmanın ciddiyeti kadar yukarıdaki teşekkür de çok etkilemişti.
Dayım, bu çalışması ile ilgili olarak, ailemizin kıymetli damadı, Dr. Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu’na 17 Ekim 1977 tarihinde gönderdiği bir mektupta, "İslamda ve Osmanlılar'da Otopsi Sorunu üzerine bir araştırma yaparak yayınladım. Ve böylece yanlış olarak yabancı literatüre geçmiş bir problemin düzeltilmesine katkıda bulunmuş oldum" diye yazmış.
***
Buraya kadar olan kısımda, elimden geldiğnce, dayımla ilgili tatlı şeyler anlatmaya çalıştım. Ama yaşam tümüyle tatlı olmuyor. Örneğin, 1960 ihtilalini takip eden günlerde 147 üniversite hocası üniversiteden atıldı. Bunların içinde dayım da vardı.
Ve dayım üniversiteden atıldığını Kadıköy vupurunda, üniversitedeki dersine giderken, gazeteden öğrendi.
Doğal olarak bütün aile çok üzüldük. Üzüntümüz “Üveis üzülürse” üzüntüsünden kaynaklanıyordu. Dayım sonra görevine geri döndü. Ama, eminim bizlere hiç yansıtmadığı bu üzüntüsünü yaşamı boyunca hep içinde taşıdı.
***
Dayım, 25 Aralık 1982 tarihinde İstanbul'da öldü. 28 Aralık sabahı, Tıp Fakültesi'nin Tevfik Sağlam Amfisi'nde tören yapıldı. Öğle namazı Şişli Camii'nde kılındı. Zincirlikuyu Mezarlığı'nda toprağa verildi.
İstanbul Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Histoloji ve Embriyoloji Bilim Dalı Mensupları Hürriyet Gazetesi'ne verdikleri ölüm ilanında, 82 yaşındaki dayım için, "vakitsiz kaybetmiş olmaktan üzgünüz" diye yazmışlardı.
***
1900 doğumlu olan dayımı 2000 yılında iki kez andık. Anma nedenimiz onun yüzüncü yaşını kutlamaktı.
Konuşmaya başlayınca |
Ben o tarihi günde konuşmacıydım. Bu toplantıya çok sayıda bilim insanı, öğrenciler ve akrabalarım katıldı. Onlar duygulandı, bizler onurlandık.
***
İkincisi, Prof. Dr. Dr. Arslan Terzioğlu’nun önderliğinde, dayımın doğum günü olan 17 Kasım tarihinde oldu.
İstanbul Üniversitesi, Çapa Tıp Fakültesi, “Atatürk’ün 1933 Üniversite Reformu ve Türk – Avrupa Tıbbi İlişkileri” konulu bir sempozyum düzenledi.
Yurtiçinden ve yurtdışından gelen seçkin bilim insanlarının katılımı ile gerçekleşen bu sempozyumun ikinci oturumu dayıma ayrılmıştı.
Prof. Dr. Türkan Erbengi, Prof. Dr. Yener Aytekin ve ben dayımı farklı yönleriyle anlattık.
Soldan sağa: Prof. Dr. Baria Öztaş, Prof. Dr. Nuran Yıldırım, Prof. Dr. Ayten Altıntaş, Prof. Dr. Türkan Erbengi, Prof. Dr. Yener Aytekin, ben, Dr. Abdullah Öztemiz ve ağabeyim Dr. Oktay C. Akkent. |
Prof. Dr. Dr. Arslan Terzioğlu, konuşmamı yaptıktan sonra bana teşekkür ediyor. |
Dayımın ölümüne, tabii, çok üzüldüm.
Ama yalnız dayımın ölümüne değil, onunla beraber, beyninin içindeki bilgilerin de öldüğüne çok üzüldüm. Acaba bir gün, dayımın beyni gibi beyinlerin yaşatılması ve insanların o bilgilerden sonsuza dek yararlanabilmesi için gerekli olan teknolojiler yaratılacak mı?
Üveis Maskar. 1900-1982 |
|
Üveis Dayım, Almanya’dan
gönderdiği bu fotoğrafta, “Eğer bu kadar esmer olsaydım daha çok makbule
geçecektim.” diyor.
|
Dayımın son üniformalı resmi.
Resmin arkasına “Sevgili Olcay” diye yazmış. Tarih: 26 Mayıs 1939
|
Dayımın cübbeli resmi
|
Dayım 70 yaşında. Şişli’deki
evlerinde. Prof. Dr. Zühtü Berke ile. Bu davette bizler de vardık. 17 Kasım
1970.
|
***
Leyla Maskar (Else Hank)
Yengem Prusyalıydı. Son derece prensip sahibi bir kadındı. Disiplinliydi. Çok sert bir görünüşü vardı. Fakat bu görünüşünün aksine çok yumuşak bir kalbi vardı. İnsanlara yardım etmesini çok severdi. En önemlisi, bu yardımı açıktan yapmaz ve yaptığı yardımı kimseye anlatmazdı.
Yengem, Türkiye'de yaşadığı süre zarfında sosyal hizmetlerde bulundu. Çocuk Esirgeme Kurumu'na ait Kasımpaşa Çocuk Yuvası'nda yaşayan 60 çocuğa annelik yaptı.
Alman Konsolosluğu'nun katkılarıyla düzenlenen kermeslerden sağlanan paralarla Yuva'nın eksiklerini tamamlar, çocukların ihtiyaçlarını temin ederdi.
***
Yengem bana da çok iyilik yapmıştır. Bunlardan bir tanesi çok önemlidir. Örneğin, ben küçükken "k" harfini söyleyemezdim. Babama "Hakkı" yerine "Hattı" derdim. Büyüklerim bu duruma çare aramak yerine bana bol bol şiir ezberletirler, yalnız kendilerinin değil gelen misafirlerin de eğlenmelerini sağlarlardı. İşin acı tarafı, onlar güldükçe ben de iyi bir şey yaptığımı zannederdim.
O tarihlerde biz Kadıköy'de, Alaton Apartmanı'nda oturuyorduk. Üveis dayım ile Leyla yengem de bize yakın olan Kehribarcı Apartmanı'nda. Bir gün Leyla yengem bize geldi. En son ezberlediğim şiiri büyüklerimin arzusu üzerine ona da okudum.
Yengem sonuna kadar dinledi. Sonra beni kucağına aldı. Ters oturttu. Yüzyüze bakıyorduk. Bana "kıh" dememi söyledi. Ben söyleyemedim. Ama yengem yılmadı. "Kıh de", "Kıh de" diye ısrar etti. Gün boyu beni kucağından indirmedi ve sonunda bana "Hakkı" dedirtti.
***
Yengemin bana iki öğüdü olmuştur. Birincisi, “hatıra yap Olcay hatıra yap. Benim çoğu arkadaşım gençliklerinde hatıra yapmadıkları için ihtiyarladıklarında içleri sıkıldı’ demişti. Ikinci öğüdü, “elin sıcakken ver” derdi. Kendisi de böyle yaptı. Yaşarken verdi. Halbuki bizler onun değil dayımın yeğenleriydik. Ama yengem bizleri kendi yeğenleri gibi görüyordu.
***
Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır sözüne çok inanırım. Dayımın arkasında da yengem vardı.
Ağabeyim 22 Kasım 1981 Pazar günü Kasımpaşa Subay Orduevi’nde aile şeceresine göre tertiplemiş olduğu, “İsmail Ağa Sülalesi Tanışma Çayı”nda Leyla yengeme, Üveis dayımın başarısındaki katkılarından dolayı gümüş bir plaket vermişti. O gün orada 276 kişiydik. Yengem o plaketi hepimizin içten alkışlarıyla almıştı.
***
Yengem dayımdan sonra onbir yıl daha yaşadı.
Ölmeden bir kaç yıl önce Berlin’e ablasını ziyarete gittiği bir sırada hastalanmıştı. Doktorlar ertesi günü hastahaneye yatmasının zorunlu olduğunu söylemişlerdi. Gece yarısı bana Berlin’den telefon etti. “Eğer ölürsem beni burada bırakma, Türkiye’ye getir, Üveis’in yanına koy” dedi.
Yengem, 27 Ağustos 1993’de İstanbul’da öldü.
Dayımın yanına konuldu.
Yengem, Türkiye'de yaşadığı süre zarfında sosyal hizmetlerde bulundu. Çocuk Esirgeme Kurumu'na ait Kasımpaşa Çocuk Yuvası'nda yaşayan 60 çocuğa annelik yaptı.
Alman Konsolosluğu'nun katkılarıyla düzenlenen kermeslerden sağlanan paralarla Yuva'nın eksiklerini tamamlar, çocukların ihtiyaçlarını temin ederdi.
***
Yengem bana da çok iyilik yapmıştır. Bunlardan bir tanesi çok önemlidir. Örneğin, ben küçükken "k" harfini söyleyemezdim. Babama "Hakkı" yerine "Hattı" derdim. Büyüklerim bu duruma çare aramak yerine bana bol bol şiir ezberletirler, yalnız kendilerinin değil gelen misafirlerin de eğlenmelerini sağlarlardı. İşin acı tarafı, onlar güldükçe ben de iyi bir şey yaptığımı zannederdim.
O tarihlerde biz Kadıköy'de, Alaton Apartmanı'nda oturuyorduk. Üveis dayım ile Leyla yengem de bize yakın olan Kehribarcı Apartmanı'nda. Bir gün Leyla yengem bize geldi. En son ezberlediğim şiiri büyüklerimin arzusu üzerine ona da okudum.
Yengem sonuna kadar dinledi. Sonra beni kucağına aldı. Ters oturttu. Yüzyüze bakıyorduk. Bana "kıh" dememi söyledi. Ben söyleyemedim. Ama yengem yılmadı. "Kıh de", "Kıh de" diye ısrar etti. Gün boyu beni kucağından indirmedi ve sonunda bana "Hakkı" dedirtti.
***
Yengemin bana iki öğüdü olmuştur. Birincisi, “hatıra yap Olcay hatıra yap. Benim çoğu arkadaşım gençliklerinde hatıra yapmadıkları için ihtiyarladıklarında içleri sıkıldı’ demişti. Ikinci öğüdü, “elin sıcakken ver” derdi. Kendisi de böyle yaptı. Yaşarken verdi. Halbuki bizler onun değil dayımın yeğenleriydik. Ama yengem bizleri kendi yeğenleri gibi görüyordu.
***
Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır sözüne çok inanırım. Dayımın arkasında da yengem vardı.
Ağabeyim 22 Kasım 1981 Pazar günü Kasımpaşa Subay Orduevi’nde aile şeceresine göre tertiplemiş olduğu, “İsmail Ağa Sülalesi Tanışma Çayı”nda Leyla yengeme, Üveis dayımın başarısındaki katkılarından dolayı gümüş bir plaket vermişti. O gün orada 276 kişiydik. Yengem o plaketi hepimizin içten alkışlarıyla almıştı.
***
Yengem dayımdan sonra onbir yıl daha yaşadı.
Ölmeden bir kaç yıl önce Berlin’e ablasını ziyarete gittiği bir sırada hastalanmıştı. Doktorlar ertesi günü hastahaneye yatmasının zorunlu olduğunu söylemişlerdi. Gece yarısı bana Berlin’den telefon etti. “Eğer ölürsem beni burada bırakma, Türkiye’ye getir, Üveis’in yanına koy” dedi.
Yengem, 27 Ağustos 1993’de İstanbul’da öldü.
Dayımın yanına konuldu.
Else Hank. (Leyla Yengem, 1903-1993) |
Arkada: Selma ve Carl Hank.
Önde: Erna, Else ve Helmut
Hank.
|
Dayımla yengemin düğün resimleri. Berlin, 1925. |
Leyla Yengem, 84 yaşında ve
salıncakta.
|
Merhaba Albay Rıza Tınay akrabam olur google da arama yaparken bloğunuzu gördüm.Babam ona olan hürmetinden dolayı benim adımı da Rıza koymuş :) irtibat kurmak isterseniz rfelgun@hotmail.com adresinden bana ulaşabilirsiniz.
YanıtlaSilMerhaba, Albay Rıza Tinay'ın akrabanız olması doğal olarak beni çok heyecanlandırdı. Anılarıma kısaltarak aldığım o belgenin aslı bende mevcuttur. Eğer arzu ederseniz size gönderebilirim. Bu notumun tıpkı eşini rfelgun@hotmail.com adresinize de göndereceğim.
YanıtlaSil