1 Temmuz 1990 Pazar

19.10.1 EŞREF ÜREN

Eşref bey, bir İstanbul beyefendisiydi. Gün boyu, Güzel Sanatlar Galerisi'nde olurdu. Giriş kapısının tam karşısındaki masada otururdu. Gözleri uzaktan gelenleri pek seçemezdi. Ancak yakınına geldiğimde beni tanır ve daha önce görüp ayağa kalkamadığı için özür dilerdi.

Eşref beyi tanıdığımda eşi Melahat hanım, bir yıl önce ölmüştü. Yalnız yaşıyordu. Ama birçok yalnız yaşayana oranla şanslı sayılırdı. Çünkü, yanında ona hayranlık duyan, onu el üstünde tutan ve etrafında pervane gibi dönen hanımlar vardı.

Eşref bey bunun bilincindeydi. Baş başa olduğumuz bir gün, "Eğer kızım veya torunum olsaydı belki beni hırpalardı. Halbuki bu hanımlar beni hiç incitmiyorlar" demişti.

1970'de, Sevim İnaltong, Gülsen Erdoğan ve Nurtaç Özler, Eşref beyin koruyucu melekleriydi.

İmren Erşen, daha sonra Eşref beyin yanında yer aldı ve ölümüne kadar bu birliktelik sürdü. Yalnız İmren hanım değil, Eşref bey de bu birliktelikten çok mutlu oldu. Hatta yalnız olduğumuz bir gün, "Bana Melahat'i unutturdu" dedi.

Eşref bey çok iyi bir eleştirmendi. Hep doğrudan yanaydı. Hatır için ne bir çift söz söylerdi ne de tek bir satır yazardı.

Eleştirileri Ankara Sanat Dergisi'nde yayımlanıyordu.

Bir gün derginin sahibi Nüzhet İslimyeli, ki çok iyi arkadaştılar, hangi nedenle olduğu bilinmez, tam öğle yemeğini yedikleri bir sırada, "Sen zaten Zaptiye Nazırı Fehim Paşa'nın oğlusun" demiş. Eşref bey yemeğini yarım bırakarak sofradan kalkmış.

Bu çok üzücü olayın cereyan ettiği günün öğleden sonrasında, İmren hanım beni Eşref beyin evine çağırdı. Kendisini teselli ettik. Sonra yanından ayrıldık. Yol boyunca ne yapabiliriz diye düşündük. Arzumuz, Eşref beyin, hiç ara vermeden, hemen ertesi günü, başka bir dergi veya gazetede eleştirilerini yazmaya başlamasını sağlamaktı.

Ama nasıl?

Eve gelince hemen sevgili Mahmut Tali Öngören'i aradım. Mahmut bey Cumhuriyet Gazetesi'nde yazıyordu. Durumu açıkladım. Sonra telefonu İmren hanıma verdim. O olayı daha ayrıntılı anlattı.

Telefonu kapattığımızda Eşref bey Cumhuriyet'in yazı ailesine katılmıştı.

Eşref bey, iki yıl süreyle, ölene kadar, Cumhuriyet Gazetesi'nde yazdı.

Burada Hıfzı Topuz'un "PARİSTE SON OSMANLILAR kitabından bir alıntı yapmak istiyorum (Mediha Sultan ve Damat Ferit, 13.Basım, s.233, Remzi Kitabevi).

(...) “1908'de İkinci Meşrutiyet ilan edildi. Fehim Paşa saklanacak delik arıyordu, Bilecik'e kaçarken Yenişehir'de tanındı, halk arabasını durdurdu. İnsanların ona karşı öyle birikimleri vardı ki zaptiyeler onu halkın elinden kurtaramadılar, halkın gözü dönmüştü, paşanın üstünü başını parçaladılar, yumruklar, tekmeler indirdiler, taşladılar. Fehim Paşa linç edilerek can verdi. Arkasında, babasıyla hiç övünmeyecek olan bir çocuk bıraktı: Ressam Eşref Üren.” (...)

Hıfzı Topuz, Eşref Üren'in ne kadar yakınındaydı, bilmiyorum.
Eşref Üren, babasıyla övünmediğini Hıfzı Topuz'a söylemiş miydi, bilmiyorum.
Hıfzı Topuz, bu satırları birine veya birilerine dayanarak mı yazdı, bilmiyorum.
Hıfzı Topuz, "Bir çocuk böyle bir babayla övünemez" diye düşündüğü için mi yazmıştı, bilmiyorum.

Bildiğim, 14 yıl çok yakınında olduğum Eşref Üren'in ağzından böyle bir söz duymadığımdır. Zaten duyamazdım. Çünkü çocuklar babalarını da, analarını da severler. Her şeye rağmen severler. Onlarla övünürler de.

Zaten aksi düşünülebilir mi?

Nitekim Selma Tükel, Hürriyet Gazetesi'nde "40 odalı konaklardan tek odalı atölyeye. Bir oğul sevdiği babasını anlatıyor" başlıklı yazısında, Eşref Üren'i ve aileyi ve de olayları o kadar güzel anlatmıştı ki bunu okumakla yetinmedim sizlerle de paylaşmak istedim.


Hıfzı Topuz, "Fehim Paşa linç edilerek can verdi" diyor.

Ne acıdır ki bu linç olayı dokuz yaşındaki Eşref Üren'in gözlerinin önünde cereyan etmişti. Yaşam boyu gözlerinin önünden gitmeyecek bir tablo.

Kim bilir içinde ne fırtınalar esti. Ama hiç belli etmedi.

Bodrum’da 17 Ağustos 2005 günü Jazz Now Sanat Galerisi’nde Nilüfer Tokay’ın resim sergisini gezerken bir aile fotoğrafı ilgimi çekti. Galerinin sahibi Mehmet Rıfat Demirtaş’ın koltukta oturan kişinin Zaptiye Nazırı Fehim Paşa; Paşa’nın kucağındaki çocuğun, babası Mehmet Zeki Demirtaş, solundakinin amcası Eşref Üren, sağındakinin diğer amcası Mehmet Ali Yatağan, önde oturan kız çocuğunun ise halası olduğunu söylemesi beni çok heyecanlandırdı. Hayat gerçekten insanı şaşırtan olaylarla dolu. Teşekkürler Sayın Demirtaş, bana o fotoğraftan bir kopya verdiğiniz için.

Eşref bey 27 Aralık 1897 günü Nişantaşı'nda doğmuş. Annem de, aynı mahallede, bir yıl sonra dünyaya gelmiş. Her karşılaşmamızda, "Hemşehrim hanımefendi nasıllar?" diye sorardı. Bize geldiği zaman da annemle ilgilenir, annemin yanında her konuda özgürce fikrimi söylediğim için annemi çok uygar bulurdu.

Bodrum'da arsa aldığım zaman annem, "Olcay Hanım (annem bana nasihat edeceği veya beni azarlayacağı zaman Olcay hanım diye hitap ederdi), artık resim almak yok, önünde çok büyük bir iş var, şimdi bütün dikkatini ev yaptırmaya vereceksin" demişti.

Ama analık işte. Ben her resim sergisinden eli boş dönünce, "Alabileceğin gibi de mi bir şey yoktu" diye sorardı.

Sonra bir gün bana 200 lira verdi, "Kendine bir resim al" dedi. Ben de o para ile Aslı Titiz'den, çok severek, küçük bir resim aldım.

Bu resmi aldığım zaman Aslı Titiz
Almanya'da yaşıyordu. Tanışma olanağım olmadı.

Bir gün Eşref beye, "Annem bana resim aldı" dedim. "Oooo, valide hanım zengin galiba" dedi. "Hayır efendim, annem zengin değildir, babasından üç ayda 235 lira yetim maaşı alıyor" deyince, "Bunu yazmalı efendim, yazmalı" demişti. Ama yazdı mı yazmadı mı, bilmiyorum.

Eşref bey bana, "Sizin işiniz zor efendim" derdi. Çünkü satın almak istediğim bir tabloyu benden önce bir başkası alırsa diye çok korkardım. Resmin önünde durur kırmızı puanın gelmesini beklerdim.

Eşref bey beni başkalarına tanıştırırken, "Hanımefendi koleksiyonerdir efendim, ama aldığı resmin parasını ödeyen bir koleksiyoner" derdi.

1970 yılında 500 liraya kar manzaralı bir tablosunu satın almıştım. "Siz bana uğur getirdiniz efendim" demişti.

Eşref beyin kar manzaralı tablosu.

Gencay Kasapçı, 1976 yılında Ankara Vakko'da Eşref bey için retrospektif bir sergi açtı. Çok iyi düzenlenmiş bir sergiydi. Çok ilgi gördü. Ve bu sergiden sonra, Eşref beyin alıcısı çoğaldı. Her vesile ile, "Beni Gencay tanıttı efendim" diye anlatırdı.

Eşref beyle çok resim sergisi gezdim. Çok güzel anlatırdı. Benim anlayacağım gibi anlatırdı.

1979 yılında, Ankara'da, 60. sanat yılını kutlamıştık Eşref beyin. Kültür Bakanlığı tarafından onur ödülü verilmişti. Galeri Evrensel'deki sergisinden sonra sevgili
Necla Özbay Özdemir'in evine gitmiştik. Benim için çok özel bir geceydi. Eşref Üren, Nurtaç Özler ve Lütfü Günay portremi yapmışlardı.




Toplamış olduğum resimlerin dağılmasını istemediğim için, onları toplu halde bir yere vermeği düşünüyordum. Bu düşüncemi Eşref beye de söylemiştim. O günlerin birinde Eşref bey, Güzel Sanatlar Galerisi'nde bir sergi açacaktı ve bu sergide bazı devlet dairelerinde bulunan resimlerinden de yararlanmak istiyordu. Sergi günü gelen resimlerden birinin ön yüzüne, beyaz yağlı boya fırça ile, envanter numarası yazılmıştı. Eşref bey bir resme baktı, bir de bana, sonra her zamanki muzip gülüşü ile, "Görüyorsunuz değil mi efendim, resmimi değerlendirmişler, numaralandırmışlar. Resimlerinizi toplu halde bir yere vermeği hâlâ düşünüyor musunuz?" dedi.

Eşref beyin oturduğu evin ön bahçesi.
Eşref bey sonra Ataç Sokak'a taşındı. Giriş katıydı. Tek bir odaydı. Hem atölye, hem salon hem de yatak odasıydı. Bir bölme ile mutfağa geçilirdi.


Çocukluğu 40 odalı konaklarda geçen bir insanın sonradan tek odalı bir evde oturması, Eşref bey gibi kökten görmüş insanlar için, sorun olmamalıydı. Nitekim, Eşref bey, o tek odalı evde çok odalı evde oturuyor gibi yaşıyordu.

Annemin öldüğünü Eşref Bey'e söylememiştim. Çünkü yaşlılar yaşıtlarının ölümüne hem üzülüyorlardı hem de sıranın kendilerine geldiğini düşünerek tedirgin oluyorlardı. Uzunca bir süre, vedalaşırken, "Hemşehrim hanımefendiye selamlarımı söylemeyi ihmal etmeyin efendim" diyen Eşref bey, bir gün anneme selam göndermedi. Herhalde bir söyleyen oldu. Annemin ölümü Eşref beyle aramızda bir sır olarak kaldı.

Eşref bey, zaman zaman kartpostallarından birini imzalar bana verirdi. Aşağıdaki kart onlardan biridir.



Ressam Tayyar Eren, 1979 yılının 1 Temmuz günü Eşref bey ile beni evine davet etti. Önce kahvaltı yaptık. Ardından Eşref bey resim çalıştı. Aşağıdaki dört fotoğraf karesi o günün hatırasıdır.






40 yıl yaşadığım Ankara'dan 1983 yılının yazında İstanbul'a döndüm.

Eşref beyle zaman zaman yazışıyorduk.




Ben balkonumdan gördüklerimi anlatıyordum.

Eşref bey resimle yanıt veriyordu.



18 Kasım 1984 günü acı haber geldi.
Büyük bir kayıptı.
Yeri doldurulmaz bir kayıp.
Cenazeye gidemedim.

Sevgili İmren Erşen'e aşağıdaki taziye mektubunu gönderdim.

Gerçek bir İstanbul beyefendisi ve de gerçek bir sanatçı olan

Sayın Eşref Üren'in ölümü nedeniyle duyduğum acı sonsuzdur.

Size ve şahsınızda tüm sanatçı ve sanatsever dostlara başsağlığı dilerim.

Sayın Eşref Üren'in son yıllarında daha sağlıklı ve daha verimli ve de daha mutlu yaşamasında gösterdiğiniz etkinlik her türlü övgünün üstündedir. Size yürekten teşekkür ederim.

Bu acılı gününüzde yanınızda olamadığım için beni bağışlamanızı rica ediyorum.

Hasret ve sevgi ile yanaklarınızdan öperim.
***
Ressam İmren Erşen,  hocası Eşref Üren ile yapmış olduğu bir söyleşiyi 23.3.1984 tarihli mektubunun eki olarak bana göndermişti. O tarihten beri saklamakta olduğum bu söyleşiyi İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) Kütüphanesi'ne bağışlamadan önce sizlerle paylaşmak istedim.

"Ressam Eşref ÜREN'in Ankara Mİ-GE Sanat Galerisi'nde açılan son sergisi nedeniyle gerçekleştirilen bu karşılıklı konuşma 15 Mart 1984 tarihinde Ressam İmren Erşen tarafından gerçekleştirilmiştir.

Yazıyı olduğu gibi aynen kopyaladığımı, aksini zaten yapma yetkimin olmadığını, siz okuyucuların ve özellikle İmren Erşen'in bilmesini isterim.

İmren Erşen'in el yazısıyla 36 sayfa tutan söyleşinin tamamı aşağıdadır.

***
E- Size belki bin kez sorulan yaşamınızla ve sanatınızla ilgili bilinen,
belirli soruları bir yana iterek bir dizi soru sormama müsaade eder misiniz?

Ü- Hayhay efendim.

E- Sayın Hocam, sizi; "gördüğüm resimler içinde Türk atmosferini veren
bu gençtir!" yahut "Türk resmeni 50 yıl geriye götüren adam" veya "konfitür resimler yapan, batı taklitçisi" yahutta "Mozart gibi duygulu" "Türk Resminin Evliyası" gibi birbirine karşı görüşlerle değerlendirdiklerini biliyoruz. Bunların
sizce değeri ve geçerliliği nedir?

Ü- Bu karşı görüşler çarpışınca, ne kalıyorsa ortada .... Onu seyirciye ve hatta okuyucuya bırakıyorum....

E- Bana portrenizi çizer misiniz, Hocam?

Ü- (Düşündü) kendi portremi mi? Gülümseyerek: Ben kaşları ile konuşan bir adamım. Ağzımdan ziyade o görevi kaşlarım yapar. İyi hatırlayamıyorum, küçükken kekeme imişim galiba. Bazen hiddetlendiğimde dışarıya vurur kekemeliğim. Bunu bir derece öğretmenliğim giderdi, sanırım. Gelelim fiziki tarife, klasik anlamda bir güzelliğim yok. Gözlerimin çekikçe (Japone) olduğu söylenir. Klasik ölçüler dışında sevimli olduğumu söylerler, ama bu da izafi bir sıfat olsa gerek. Çünkü sokakta giderken yüzüme bakıpta "Ne çirkin adam!" diyen patavatsızlara da rastlıyorum.

Sonra devam ederek;

"Birde insanın içinin portresi vardır. Ressamlar eserlerinde kendilerini çizmeseler bile vardırlar. Ben son zamanlarda bununla yetinmedim, portrelerimi de yapmaya başladım. Bu da doğadan resim yapma iştiyakından doğuyor. En iyi model harhalde insanın kendisidir. Karışanı görüşeni yoktur. Beğenilip beğenilmemesi mevzubahis değildir."

E- Kendinizi nasıl bilirsiniz, anlatabilirmisiniz biraz?

Ü- Merhametli bir insan olarak sanırım.... Çünkü ömrümde bir kez (başını çevirerek) istemiyerek tavuk kestim. Hala o cinayetin vicdan azabını çekerim. Merhametim bana insanlarla bağlantımı kolay koparılamaz hale getirir. Belki bir vefa hissidir. Buna rağmen peygamber de değilim. Konuşmadığım, nefret ettiğim insanlar da vardır. Karşısındakine hakaret ederek zevk duyan insanlardan değilim. Kaprisli değilim, fakat inatçılığım vardır.

E- Günlük yaşantınızda nelerden hoşlanır, neleri sevmezsiniz?

Ü- Uykuyu severim ve adeta ondan bir sevgiliden ayrılır gibi uyanırım. Yemeği severim, damak zevkine bayılırım. Okumayı severim. Gençliğimde iyi yazarların tümünü okumuşumdur. Belki yazı yazmak zevkini onlar vermiştir.

Denizi seyretmeyi severim. Ne üstünde gezinmek, ne de yüzmek meraklısı değilimdir. Ama sahilden seyretmek.... Hayvanları severim. Babam evimizde, adeta hayvanat bahçesi diyeceğim derecede hayvan beslemeye düşkündü. Evimizde köpeklerin envaı, maymun, kanarya, papağan, ayı bile hatırlıyorum. Yalnız hiç kedi yoktu. Tuhaftır, evlenipte Sivas'a gittiğimde evde bir kedi bulduk, evin demirbaşlarındanmış meğer. İşte o gün bugündür bir kedi sevgisi, kedi merakı uyandı bende. Onlar tükeninceye kadar benim arkadaşlarım oldular.

Sonra yürümeyi severim. Spordan nefret ederim. Ama kilometrelerce zevkle yürüyebilirim. Yürürken peysajı seyreder, resmini nasıl yapacağımı tasavvur ederim. Traş olmaktan pek hoşlanmam o nedenle ekseriya yarı matruş gezmişimdir. Gençliğimde hatırlıyorum, saçlarımı ortadan ayırır, papyon takar, pantolon ütüsüne itina ederdim. Zaman bu itiyadlarımı derbederliğe kalbetti, çeki düzenli bir hayat beni sıkmaya başladı.

Münakaşadan hoşlanmam, çünkü beni fazla yorar, üzer... ve kavgaya yakın bir duruma sokar... Konuşmaktan hoşlanırım, konuşmanın çok uzayıp alemi dinleme zorunluluğunda bırakmak istemem.

E- Yaşamınızda en çok neyin eksikliğini duydunuz?

Ü- Her nedense kendimin sarışın olmasını isterdim. Boyumun biraz kısa olduğunu söylerler. Uzun boyluların daha havadar dolaştıklarına ve balâdan bakışlarına bayılırdım. Ailemde uzun boylu yoktur. Fakat bu hislerim geçti tabi......

E- Düş kurarmısınız?

Ü- Beni düşten ziyade göz ilgilendirir. Ama düş kurmayan insan yoktur.

E- Hayat felsefeniz nedir?

Ü- Hayat hakkındaki görüşüm basit; Yunus Emre'ninki gibidir. Tagore'unki gibidir:  "Herşey içimizdedir." Bunun dini inançlarla da zıt düşmediğine kaniyim. İsyandır ama sınırsız değildir. Allahın verdiği düşünme nimetini gösteren, onu tekrarlayan bir güzellik vardır bu sözde, sanırım.

E- Çocukluğunuz hakkına neler hatırlıyorsunuz desem?!...

Ü- Çocukluk için mesut anlar denir. Bence çocukluk ölümden farksız birşeydir. İzah edilemez bir kısmı ise hiç hatırlanamaz bir durumdur. Çocuklukta hatırlanabilen mutluluklarda yok değildir. Ama her kayb olanın arkasından bir hasret gelir, bilmez misiniz....

E- Kadınlar için, evlilik için ne söyleyeceksiniz?

Ü- Gençliğimde anneme benzer bir kimse ile evlenmek istediğimi söylerdim. Sonradan bu sarışınlara inkilâbetti.  Ve nihayet emer, kara gözlü birisiyle (eşim Melâhat'le) evlendim. Bunu evdeki pazarın çarşıya uymadığına bezetiyorum.

E- Aşk konusunda?

Ü- "Aşk, duyulan ve fakat tarif edilmez birşey. Bir nevi tepeden inme bir duygu.. Belki karşısıdakinin fizik yapısına bir nevi hayranlık... Ulviyet mi? Hayır. Dindeki gibi mi? Dinde kutsiyet var...." Devamla.... "İki türlü aşk vardır bence; platonik ve platonik olmıyan. Platonik aşk içine resmi koyarım; bu vaz geçilmez bir aşktır bence.  Hatta pek samimi olduğum kimselere şu öğüdü vermişimdir: İcabında kocanızdan, karınızdan, çocuğunuzdan ayrılabilirsiniz. Fakat resimden ayrılamazsınız. Çünkü o bir çeşit katolik nikahıdır."

"Fiziki aşkında ölümle gittiğini nefsimde yaşadım. Ama aşkın Promete'nin azabı gibi insanın içinde ölmediğini, yaşadığını da  görüyorum.  Hatta şahısla da kaim değil. Şahıs aslında sevgi için bir vasıta. Sevgi mi? Sevgi aşkın devamı... Nasıl bir devam? İçten bir devam... Farkı; eskilerin dediği gibi "aşk olmazsa meşk olma".... Hayat meşkten ibaretse mezara kadar insan oğlunu izler... Aşkın devamı, onun bir nevi meyvasıdır...

E- Ya acı zevkler?

Ü- Onları şimdi iyi hatırlayamıyorum... Yanlız melâli tatmamış olan insanda ne aşk, ne meşk! O kentinin bitkisel yaşamından da habersizdir üstelik......

E- Başkaları yahutta diğer insanlar için neler söyleyebilirsiniz?

Ü- Hayat bir trajedi sahnesi gibi.. Başkaları, sivrilmedikçe o sahnede figüran olarak kalanlardır.

E- Kültür ürünleriyle yaşamın bağlantıları nerelerde kaynaşır

Ü- Yaşamın yapmacıksız görünümü gerçekle kaynaşınca, ayni zamanda sanat eseri ile de kaynaşır.

E- Gerçeği tarif edermisiniz? Nedir gerçek sizce?

Ü- (Düşündü) Gerçek?! Gerçek namına ne kadar çok şeyi gerçek zannetmişizdir.....

E- Ya mutluluk nedir sizce?

Ü- Şimdi daha iyi anlıyorum ki sağlıktır.... Ve doğal olarak uğraşımızdaki başarılardır...

E- Güzeli tarif eder misiniz?

Ü- Güzel, estetik güzel yani... Yunan ölçülerine göre belirtilen güzeldir bu. Platoniktir, soğuktur.  Bugünün güzeli böyle değil tabi. Bugünün güzeli içimize işler.

E- Özgürlük için ne dersiniz?

Ü- Özgürlüğün aleyhinde bulunanı görmedim. Ama son zamanlarda kadınların örtünmelerini özgürlüğün aleyhinde olduklarına hamledesim geliyor. Psikolojik nedenlerle çoğunluk içinde belirmeye, dikkat çekmeye matuf bir davranış da diyebilirim buna. Yoksa çarşafın mahpesinde terlemek pek zevkli olmasa gerek!

E- Geçmiş, şimdiki zaman, gelecek için neler söylerdiniz?

Ü- Geçmiş tatlıdır, ne denli acıları da olsa yine tatlıdır. Acıları unuttuğumuzdan tatlılarla hatırlıyoruz geçmişi..... Benim geçmişim acı, ıstırap ve yoklukla geçmiştir....

Şimdiki zaman; birşey yaptığım zamandır. Böyle olunca ferahlarım yoksa sıkıntı duyarım. Bu iki hissi taşır dururum. Birde zamanla yok olup olmıyacağımın endişesini de... Büyük bir şairin dediği gibi "unutmaktan korkarım." Bizde de bu olağandır....

E- Ya gelecek?

Ü- Allah bilir.....

E- Geriye dönüp baktığınızda özlem duyduğunuz birşey var mı?

Ü- Hayatta daima acı ile karşılaştım. Özlem çektiğim şey gençlik, o kadar. O da elden gittiği için ve geri gelmiyeceğinden olsa gerek. Ama gençliğin acemiliğini aramıyorum.

E- Hayata yeniden başlasaydınız?

Ü- Ne ziraat, ne öğretmenlik. Kendimi doğrudan resme vakfederdim. Oralarda gidin zamanıma acıyorum. Bu kanıyı bende o zamanki idarecilerin uyandırdığına inanıyorum. Çünkü talebelerimin beni sevdiğini görüyorum.

E- Yaşamın anlamı, sonrası için neler söylerdiniz?

Ü- Yaşamın sonrasını da resimle anlıyorum. Su gibi, hava gibi her tarafımı kaplamış, üstelik hayatım bir ressam gibi geçmediği halde. Ama Paris dönemi müstesna ve İstanbuldaki Akademi talebeliği dönemim de.

E- Ya ölüm konusunda?

Ü- Ölüm? Herkesin bildiği, bence de bir fanusun sönüşü gibi birşey. Bitiş midir? Bitiş olup olmadığından şüpheliyim. Lavassier'in buluşuna bakılırsa bitmiyoruz, şekil değiştiriyoruz. Buna inanıyorum ben. Ölüm, maddi ve manevi ıstırapların soru diyebilirim. Yaşam ve ölüm birbirinden ayrılmaz bir bütün. Yaşam ve ölüm birbirlerini izleyen olaylar dizisi. Fiziksel yaşamı olmıyan ölmez. Dinimizde "küllü şey-in zaikatül mevt!" Her şey ölümü tadacak sözü boşuna değildir. Buna "küllü şey-in zaikatül hayat." Bu dünyada hiçbir şeyin mahv olmadığını, kaybolmadığını söyleyebiliriz.

İki türlü ölüm düşünüyorum. Birincisi, hayatta iken hiçbir yapmadığını veya yapamadığını anlayarak yaşarken ölmek. Birde fizyolojik ölüm Azrail Aleyhüsselamın ruhu kabzetmesi.....

Ben de Cenab Şahabettin gibi. "Ölümden değil, elemden korkarım. Bir iz bırakamamaktan korkarım."

"Bu kubbede bir hoş seda bırakamamaktan... "

E- Cennet, cehennem??

Ü- Mukaddes kitapların var olduğunu söylediklerine inanmak gerek.... Ama cenneti, cehennemi de kendimizde arıyorum ben. Hayatınızı cehennem de yapabilirsiniz, cennette. Güzel tabiat, kötü huyla.

E- Diğer sanat dallarıyla ilginiz nasıl?

Ü- Diğer sanat dalları ile ilişkim: çok sesli müziği, tiyatroyu severim. Virtiöz veya aktör olmayı istemedim ama. Yazı yazmak ise; sanat yazarı olarak değil de bir kronikçi olarak yazdım.

Her genç gibi şiir ve hikâyeyi denedim. Ama benim için olmadığını derhal anladım. Tuhaftır, eğer harp olmasaydı, belki ziraat mühendisi olurdum. Ama harp bana mühendis olamıyacağımı öğretti. Bu nedenle resme de çok geç başladım.

E- Gelelim sanat yaşamına, sizce sanat insana ne verir, ne vermelidir?

Ü- Sanat insana zevk verir. Konusu neşeli olmasa, neticede bize ulaşan keder bile olsa, sıkıntılı değildir bu; ulvi bir kederdir.....

E- Sanat yaşamı ile sanatçının duyarlığı konusuna neler söyleyebilirsiniz?

Ü- Heyecanım olmasaydı ressam olmazdım ve klasik müzik dinlemeyi istemezdim. Büyüklerin (ressam, müzisyen) heyecanlı yapıtlarına daima hayranımdır. Heyecansız insanı bir nevi bitkisel hayat yaşıyor farzederim. Gıdıklanmadan da gülmesini bilmek gerekir kanısındayım. Duyarlılık bir çeşit vazgeçilmez sevgilidir bence.

E- Özel yaşamınızda resmin yeri nedir?

Ü- Resim benim hem özel hem her tür yaşamımdır.

E- Doğaya baktığınızda en çok sizi ne etkiler?

Ü- Doğada bana coşku veren ritmik motifler ve renklerdir. Doğanın tükenmezliği ve mucizevi değişmesine ne demeli ya!..

E- Renk dünyanız?

Ü- Renk olmasaydı, ressam olmazdım. Baktığım yer beni çekiyorsa, o an benim dünyam orasıdır ve armonili bir dünyaya hayranım, ahenksiz bir dünyaya değil....

E- Resminiz dinamik midir diye sorarsam?

Ü- Resmimde dinamiklik varsa, bu çizgilerin ritmi ve sıcak soğuk renklerin armonileri ile sağlanıyor olmalı, çünkü; göz bunlardan haz duyar.

E- Resimlerinizde yaşama sevincinin ifadesi hem renk, hem biçim, hem de konuyu algılama yönünden açıkça görülüyor, ne dersiniz?

Ü- Resimlerimde duyduklarımı yorumlayarak yapıyorum ve yargıyı pek tabi seyirciye bırakıyorum. Açıklarsam seyirciye empoze etmiş olmaz mıyım?

E- Resim yaparken ana prensibiniz nedir desem?

Ü- Samimiyet ve resim kurallarına riayet derim.

E- Resimde üslubunuz?

Ü- "Üslûbu beyan, ayni ile insandır" demişler. "Benim üslubum benim" Yani resimlerimde bir Eşref Üren'lik varmış! Empresyonistlere bayılırım, ama empresyonist değilim, tamamen farklıyım da denemez. Fowların cesaretine hayranım ama onlar gibi yapamam. Açık hava ressamıyım.

E- Hiç kopya çalıştınız mı?

Ü- Kopya çalıştım, müzede değil, kartpostallardan. Ve modernlerden.... Botticelli'nin Mevsimler'ini, Dürer'in "Havva ile Adem"ini, Seurat'nın La Grande Jat'ını. Bunları Avrupa'ya gitmeden önce yapmıştım.

E- Hocanız, veya hocalarınızdan bahseder misiniz?

Ü- Hikmet Onat Hoca, Çallı Hoca, Feyhaman Duran Hoca, A. Lhote Hoca ve Othon Friesz Hoca.

A Lhote neokübist veya kübist realizmin mümessili. Ama bize kendi resminden çok resimde transpozisyonu, ve doğadan seçmeyi öğretti. Renkleri belki inisiyatifle kullanıyordum ama o benim sıcak-soğuk renkleri cesaretle ve bilinçle kullanmama ve doğada modülasyon ve modlenin ne olduğunu anlamama yardım etti. Ona çok şey borçluyum.

O. Friezs de az şey çalıştım. Tenkitleri Çallıvari idi; nedenleri pek belirtmeden geçerdi. Artist bir adamdı......

E- Bütün yaptığınız resimleri şöyle bir hatırlamaya çalışın, kimbilir ne kadar çoktur, Hocam. Bu husus ta bana neler söylerdiniz acaba? Hafifçe dalıp, gözlerini kısarak ve kendinizi düşünmeye zorlayarak....

Ü- Yaptığım resimleri düşünüyorum. Onların hepsi geçti önümde yepyeni bir boş tuval görüyorum.....

E- Ya sevmediğiniz beğenmediğiniz resminiz, resimleriniz?

Ü- Memnun olmadığım resmin arkasına veya üzerine resim yaptım. Arkasına resim yaptıklarımın yenilerinden daha iyi olduklarını görüyorum bazan..

E- Çağımızın resmi için nasıl birşeyler söylerdiniz acaba?

Ü- Çağımızda pek çok türde şeyler yapılıyor. Şu iyidir veya şudur diye tek birşey söylenemez. Ben resim kuralları içinde yapılan herşeye evet diyorum. Bunları aşıp da yeni kurallar koyanlara dahi diyorum. Bir asra bir iki dahi düşerse mutlu olmalıyız.

E- Türk Resminin son durumu?

Ü- Türk Resminin görebildiğim sergilerden edindiğim son intiba şu: modern namı altında biraz dejenere oluşa gidiyor.  Bu da moderni anlamamaktan ileri geliyor. Nitelikte modernlik diye bir şey var. Biz biçimde modernliği anlıyoruz sadece. Eski ağızla söylüyeyim: Batınî yerine zahiriye düşkünüz, bilmemekten tabi. Bu kötü anlayışı söküp atan gençlerimiz yok değil, çok şükür. Fakat azınlıktalar. Bunların azınlıkta oluşu beni üzüyor.

E- Gençlere bir sözünüz var mı?

Ü- Gençlere tek kelime ile sözüm: Bana söylememişlerdi; doğaya bakmasını öğrenmek; yaşamı ve resmi öğrenmek için.....

Resim Sanatı için onlara tek kelime ile: Resmin atmosferini unutmasınlar. Atmosfersiz resim olmaz. Picasso'nun kübik eserlerinde bile ber atmosfer vardır.

Resmin atmosferi; konu ne olursa olsun, konunun fonla ayrılmazlığıdır bir anlamda. Her ikisinin kaynaşıp, uzaklaştığını düşünmektir.

E- Son serginiz için ne söylersiniz?

Ü- Beğenmeseydim açmazdım. Beğenildiğini de görmekten mutlu oluyorum. Ama bunun böbürlenmek anlamına gelmesini istemem.

E- Son bir soru; Yaşamdan ne öğrendiniz Hocam?

Ü- Resimsiz yaşayamıyacağımı.....

E- Teşekkür ederim. Sizi çok yordum söylemek istediğiniz başka birşey var mı?

Ü- Bende teşekkür ederim efendim, hayır yok efendim.


15 Mart 1984
İmren Erşen
EŞREF ÜREN
Not: Eşref Üren'in evi.
20.45


Bir sanatçının, yolda yürüyen veya tanıdığınız, bildiğiniz herhangi bir kişi imiş gibisine başlayıp sanatçılığına uzanan bir dize konuşmasını tesbit etmek... Hele onu tanıyanların gözünde, kafasında onu yineliyerek; doğru ve kendine benzer gösterebilmek...

Konuşma bitip yavaş yavaş kapıya yöneldiğimizde; bu pırıl pırıl zeki gözlere ve güleç yüze daha yüzlerce, binlerce soru soramamanın azabını duyuyordum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder