25 Ağustos 1990 Cumartesi

645. BABAM İSMAİL HAKKI AKKENT

Şimdiye kadar hep “Anneler Günü”nde annemle ilgili bir şeyler yazdım. Bu yıl ilk kez “Babalar Günü”nde babamı yazacağım.

***
Babam, Kafkas Cephesi'nde savaşırken sandığını kaybetmiş. İçinde deve derisine
yazılmış aile şeceresi varmış. Diğer eşyalarından söz etmezmiş. Ama şecereyi kaybettiği için çok üzülürmüş.

Ağabeyimin anlattığına göre, babam kaybettiği sandığı, sonra, alay kumandanının odasında görmüş. O sandığın kendisine ait olduğunu söylemiş. Alay kumandanı, "Harpte kazanılan ganimet iade edilmez" demiş.

Hiç olmazsa içindeki şecereyi isteseydi, değil mi?

***
Babam, Selçuk Sultanı Keykubat'ın Haznedarı Hacı İbrahim (Maarif köyünde türbesi varmış) ahfadından ve Akşehir eşrafından Subaşı Hacı Mehmet Arif Efendi ile Hatice hanımın oğlu.

Babam, devamını kardeşim Hatice Mualla Görkey’e şöyle anlatmış:

1887 yılında Akşehir'de doğdum.

Babam Rusya'dan 1877 tarihinde göçmen olarak gelirken kafileler arasında gördüğü annemi beğenmiş ve evlenmişler.

Feride ve Rukiye adında iki ablam vardı. Bizden önceki çocukları ölmüş.

Babam sonradan annemin üzerine bir kez daha evlendi.

Önce annem öldü. Sebebi Akşehir'in adetine göre, ilk hanım ikinci hanımı gelin arabasından indirirmiş. Annem de bunu yaparken arabanın dibine yığılmış. Sonra annemi yatağa yatırmışlar.

Beni koynuna koydular ve hemen geri aldılar. Küçük ablam Rukiye beni komşuya götürdü. Oradan çıkarken bir cenaze gördük ve görmeyelim diye bizi tekrar eve soktular. Eve geldiğimizde annemi aradım. Bulamayınca çok ağladım.

Büyük ablam Feride Akşehir'de evlendi.

1894 yılında babam, Akşehir'deki mallarımızın hepsini sattı ve küçük ablam Rukiye'yi, beni ve üvey annemi Mekke'ye götürdü. Mekke'ye gitmemizin nedeni, babam Akşehir'de yaptığı saatleri Mekke'ye götürüp satardı. Aynı zamanda ipek ticareti yapardı. Yani Mekke'nin pazarını biliyordu.

Mekke'de küçük ablam Rukiye bir yüzbaşı ile evlendi.

1897'de Medine'ye gittik. Orada henüz elektrik olmadığı için Harem-i Şerif kandillerle aydınlatılırdı. Harem ağaları karpuz kandilleri çengelle indirirler, biz çocuklar da yakardık. Dört sene bu işte çalıştım. Her zaman en fazla kandili ben yaktım.

1900'de erkek kardeşim Medeni dünyaya geldi.

Aynı yıl ilkokulun birinci sınıfını bitirdim. Sonra babam beni mektebe yazdırmak için İstanbul'a getirdi. Tatil zamanı olduğundan yazdıramadı. Beni, çocukluk arkadaşı Hocazade Lütfi Efendi'ye bıraktı. Kendisi Medine'ye döndü. Lütfi Efendi, Huzur Hocasıydı.(Osmanlı Devleti'nde padişahların huzurunda hadisleri, ayetleri tartışan din bilginleri. İnternetten.) Aynı zamanda sivil ve askeri okullarda Arapça ve Farsça öğretiyordu.

Böylece İstanbul yaşantım başladı.

Okullar açılıncaya kadar Lütfi Efendi'nin Üsküdar'daki evinde kaldım. Okullar açıldıktan sonra Lütfi Efendi beni yatılı olarak Baytar ve Eczacı İptidai (İlkokul) ikiye yazdırdı.

1903'de Askeri Rüştiye'ye (Ortaokul) geçtim. Üç sene okudum.

Gözlerim zayıf olduğundan derslerimi ezberler, sınıfta ezberden okurdum. Bir gün tarih dersinde ben okurken arkadaşım güldü. Hoca neden güldüğünü sordu. O da benim ezbere okuduğumu söyledi. Bunun üzerine hocamız Tahsin Efendi beni Haydarpaşa Hastanesi'ndeki Göz Doktoru Dikran'a yolladı. İşte o zaman her iki gözümün de +4 olduğu anlaşıldı.

1904'de Kuleli'ye girdim. Üç sene okudum. 1908'de Haydarpaşa'daki Baytar Mektebi'ne geldim. 1912'de Balkan Savaşı çıktı. Hocaları orduya aldılar.
Okullar kapandı. Balkan savaşına er olarak katıldım.

***
Babam, kardeşime Balkan Savaşı'na niçin er olarak katıldığını şöyle anlatmış:

Doktorlar ve Veterinerler son sınıfa kadar beraber okurlar, son sınıfta ayrılırlardı. Ben, Fransızca imtihanında başarılı olamadım. 25 santim (puan) eksik not aldığım için ikmale kaldım. Bu nedenle Balkan Savaşı'na er olarak katıldım. 1914'de okullar açıldı. Okulumuz Selimiye Kışlası'ndaydı. Kışlanın kulesine çıkar bağıra bağıra Fransızca çalışırdım. Sonunda ikmalimi verdim. Mülazımevvel (Asteğmen) rütbesi ile mezun oldum.

Birinci Cihan Savaşı'nda İstanbul'da Fener civarında Fevzi Çakmak yönetiminde Karadeniz Sahil Muhafızlığı 5. Karargahı'nda (1914), 4. Piyade Alayı'nda (1915) bulundum. Çanakkale'ye aynı teşkilatla gittim.

29 Haziran 1916'da Yüzbaşı oldum.

İngilizler çekildikten sonra Kafkas Teşkilatı kuruldu. Rus Cephesi'nde Artebil Dağları gerisine gittik. Fırka Kumandanı Cavit bey, Alay Kumandanı Recep beydi. (11. Fırka, 34. Kafkas Alayı. Yıl: 1916).

Bilahare açık tayin ettiklerinden Aralık ayında, hayvan yazmak için Tokat’tan Erbaa’ya Amasya üzerinden yayan gittim.

25 Ekim 1921 sabahı, Mustafa Kemal'e katılmak üzere, İtalyan Remo Şilebi ile İstanbul’dan ayrıldım. Ertesi sabah İnebolu'ya vardım. İnebolu’dan Kastamonu ve Ilgaz Dağlarını öküz arabalarıyla aşarak Çankırı üzerinden 3 Kasım akşamı Ankara’ya vardım. Binbaşı Kazım Sevüktekin komutasındaki 20. Süvari Alayı’na Veteriner olarak tayin oldum ve Batı'ya hareket ettim.

İzmir'in yakınındaki Horosköy'e (Manisa) kadar geldiğimiz bir sırada, aldığımız bir emirle, İstanbul'a döndük (Eylül 1922).

1923'de 5. Fırka Kafkas 2. Topçu Tabur baytarlığına tayin edildim.

1924'de Çapakçur'da Kürt İsyanı'nda bulundum. Şeyh Sait ve Şeyh Şerif'i esir aldık. 1925'de Seferberlik kalktı. Binbaşı oldum (1 Haziran 1925).

Ankara'da, Nalbant Mektebi ve Hayvan Hastahanesi (1925), Gene Ankara'da, Topçu Atış Mektebi Hayvan Hastahanesi (1926) Veterinerliklerinde bulundum.

Sonra İstanbul'a geldim. 1928'de İstanbul Metris Çiftliği'ndeki 3. Kolordu Ecza Deposu'nda, 1931'de İstanbul Selimiye'deki 3. Kolordu, 1. Fırka, 1. Topçu Alayı'nda Veteriner olarak çalıştım.

1933'de Avrupa Mubayaa Hayvanları içinde yavrusu olan kısrakların damızlık olarak haralara gitmesi gerekiyordu. Alay Kumandanı Albay Mufassal Seyfi bu damızlıklardan bir tane almak istedi. Ben vermeyince, bana muğber oldu. Gözlük taktığım için, ki kendisi de gözlük takıyordu, beni muayeneye sevk etti.

2 Şubat 1933'de malulen emekli oldum.

1934'de İstanbul / Sütlüce Mezbahası'nda Et Muayene ve Teftiş Heyeti'nde 13 yıl çalıştım. Zayıf hayvanlara zayıf damgası vurduğumdan iyiye tahvil etmem için beni zorladılar. Kabul etmedim ve istifa ettim.

İstiklal Madalyam var. (No.3174).

***
Burada bir parantez açmak istiyorum. Babam, kardeşime öz geçmişini anlatırken, o da not alırken, ne olduysa olmuş, kardeşim elindeki kalemi fırlatmış atmış, babam da o hırsla odasına gitmiş.

Bir daha da, “Kaldığımız yerden devam edelim” dememişler. Yazık olmuş. Kardeşim şimdi pişman ama ne fayda.

Babamın yarım kalan Askerlik anılarını tamamlamak için Genel Kurmay ATASE Başkanlığı ile K.K.K. Personel İşlem Dairesi Başkanlığı'na telefon ettim.

Telefona çıkan Yarbay’dan gerekli bilgileri aldıktan sonra, “Babamın kardeşime anlattıkları içinde biri beni çok etkiledi. Bunu sizinle paylaşmak istiyorum. Örneğin, “Aralık ayında, Tokat'tan Erbaa'ya Amasya üzerinden yayan gittiğini söylemiş” dedim.

Bir sessizlik oldu. Bekledim. “Yarbayım orada mısınız?” dedim. Sessizlik devam etti. Ne yapacağımı bilemedim. Tam telefonu kapatacaktım, Yarbay, “İşte efendim, bu vatan böyle kurtuldu” dedi, kırık ve kısık bir sesle.

Babamla Kurtuluş Savaşı’na katılan annem de benzer bir şey söyler, başını iki yana sallayarak “Bu vatan kolay kurtulmadı” derdi.

***
Savaş sonrası İstanbul'a döndüklerinde, anneannem ve ciciannem (Refika Teyzem) de bizimle beraber oturmuşlar.

Babam anneannemi çok severmiş. İkinci eşine, "Ben paşa olamadan emekli oldum, ama kayınvalidemin paşasıydım. Beni ‘paşa’ diye çağırırdı" dermiş.

Babam ciciannemi de çok severmiş. Hatta evin yönetimini ona bırakmış. Kendisi ciciannemden beş yaş büyük olduğu halde, karısının ablası olduğu için, ona "abla" dermiş.

***
Babamdan çok korkardık. Gündüz her türlü yaramazlığı yapar, akşam olunca köşeye çekilirdik. Ama ne olsa çocuktuk. Gene de babamın istemediği şeyleri yapardık.

Anneannem bizi korurdu. Yalnız yaramazlık yaptığımız zaman değil, sofrada sevmediklerimizi yemek istemediğimiz zaman da korurdu. Örneğin, her gün köfte ve patates kızartması yemek isterdik. Hemen her çocuk gibi. Halbuki babam sebze de yememizi isterdi. Anneannem babama göstermeden bizim tabağımızdaki pırasayı kendi tabağına aktarırdı. (Yıllar, yıllar sonra babamın ne kadar haklı olduğunu anlayacaktım ama bir yararı olmayacaktı).

***
Annemle babam evliliklerinin ilk beş yılında çok mutlu olmuşlar. Annem böyle söylemişti.

Annem çok ince ruhlu ve hassas.
Babam sert ve asabi.
Her ikisinin de bundan başka kusuru yoktu.

***
Annem bir kez babama, "Bir kadının kalbi yılbaşı oyuncağına benzer, bir kez kırılırsa bir daha tamir edilmez" demiş. Babam nasıl bir cevap vermiş bilmiyorum.

Babam emekli olunca bir yıl evde oturmuş. Annem erkeklerin evde oturmalarını doğru bulmazdı. Çünkü o zaman her şeye karışır olurlarmış. Annem huzursuzluğun böyle başladığını söylemişti.

***
Annem aralarındaki sorunu baş başa kaldıklarında halletmeye çalışırmış. O kadar ki, aynı evin içinde yaşayan annesine ve ablasına dahi bir şey hissettirmezmiş.

Sorunlarını kendi yakınlarına dahi yansıtmayan annem, diğer akrabalarına, hele hele eşe - dosta hiç belli etmezmiş. O’nu, yani babamı, herkesin "çok iyi bir koca" olarak bilmesini istermiş. Çünkü O, yani babam, "Muhterem'in kocası”ymış.

Bu nedenle ayrılmaya karar verdiklerinde, "Hakkı bey gibi bir koca hiç bırakılır mı?" diyen bazı eş - dost hatta akraba, kızlarını babama vermeğe kalkmışlar.

***
Babam, insanlara yardım etmesini severdi.

Ciciannemin dadısı yaşlanınca Kasımpaşa’daki akrabalarının yanına gitmiş ve hep orada kalmış. Babam her kış onun odununu alırmış. Bunu da kimseye söylemezmiş. Biz de cenazesine gelen Kasımpaşalı komşularından öğrendik.

***
Babam, annemden ayrıldıktan on iki yıl sonra, Melahat Derefındığı ile evlenmeden önce, Üsküdar'a cicianneme gelmiş ve "acaba Muhterem tekrar benimle evlenir mi" diye sormuş.

Ciciannem anneme sormadan "hayır" demiş. Çünkü annemin babamla tekrar evlenmeyeceğinden eminmiş.

Ne zaman babamlara gitsem, daha bana "nasılsın" demeden "annen nasıl" derdi ve çıkarken de anneme selam göndermeyi hiç ihmal etmezdi.

Leyla (Maskar) yengeme, "çok kibardı" dermiş. "Başka neler söylerdi" derdim. "Bilmiyorum" derdi. Bilirdi bilmesine ama, nedense söylemezdi.

Annemle babam 1936 yılında ayrıldılar.
Ben 8 yaşındaydım. Ağabeyim 11.

Annem, çocukların önünde kavga etmenin, onların ruh sağlığı açısından doğru olmayacağı düşüncesiyle boşanma kararı aldığını söylemişti.

Annem 38 yaşındaydı. Bir daha evlenmedi.

***
O yıllardaki ayrılıklar bu yıllardakinden çok farklıydı. Annemle babam ayrıldıktan sonra hiç bir araya gelmediler. Birbirlerini hiç görmediler. Biz çocuklarla ilgili bir sorun olduğunda, ciciannem babamla irtibat kurardı.

Aradan 25 yıl geçmişti.

Ağabeyimin İstanbul'da Liman Lokantası'nda düğünü vardı. Annem ve ben asansörün kapısında misafirlerimizi karşılıyorduk. Asansörün kapısı açıldı. Babam, eşi ve kardeşlerim gelmişti. Tanıştırdım. El sıkıştılar. Salona geçtiler.

Biraz sonra babam yanıma geldi, "Kızım yanındaki hanımı tanıyamadım" dedi. Ben de, "annem" dedim. "Ya! öyle mi?" dedi. Anneme doğru yürüdü. Annemin elini tekrar sıktı ve “Tebrik ederim" dedi. Annem de, "Darısı sizin evlatlarınızın başına" dedi.

On beş yıl birlikte yaşa. Her türlü mahremiyeti paylaş. Aradan yıllar geçsin. Birbirine yabancılaş. Hatta tanıma. İnsanın tuhafına gidiyor.

***
Babam kız çocuğu severmiş. Ben Üsküdar’daki ahşap evimizde dünyaya geldiğimde aşağıda bekleyen babama, “Hakkı Bey bir kızın oldu” diye seslenmişler. Babamın kahkahası duyulmuş.

Babamın ikinci evliliğinden iki kızı oldu. Meral ve Hatice Mualla.

Meral, İstanbul Üniversitesi´nde sosyoloji, sosyal antropoloji ve etnoloji eğitiminden sonra 1975 yılından itibaren kültürlerarası karşılaştırmalı metodla kadın günlük yaşamı, kadın tarihi, toplumsal cinsiyet çalışmaları, kadın müzeleri ve uluslararası networking odaklı çalışan bir serbest araştırmacı. Almanya'da (1975 – 1992), Kazakistan'da (1992- 2000) ve Ukrayna’da (2003 – 2010) kadın politikaları eğitim projeleri yürütücüsü, Museum of Women’s Culture Regional-International (Fürth, Bavyera Eyaleti, 2001) kurucusu, İstanbul Kadın Müzesi’nin küratörü (2012). Women of One World – Centre for Intercultural Research of Women’s Everyday Life and International Exchange (Nürnberg, 1989) ve İstanbul Kadın Kültür Vakfı (İstanbul, 2011) kurucu üyesi.

Hatice Mualla ise, Reiki Terapist ve “Bizim Ev Datça” İşletmecisi.

***
Babamın arkadaşlarından hep aynı sözleri duymuşumdur: Çok dürüst, çok namuslu, çok çalışkan.

İçkisi yoktu. Kumarı yoktu. Sigarası yoktu.

Hayatı boyunca annemden başka hiçbir kadını sevmedi.

3 Ocak 1977'de öldü.

Askeri törenle gömüldü.

***
Anneme babamın öldüğünü söylemedim.

Ama bir gün, odasında otururken ve her zamanki gibi tığ işi yaparken, dingin bir ses tonuyla, "Baban hayatta mı?" dedi".

"Hayır" dedim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder