9 Eylül 1990 Pazar

61. MAHALLE BASKISI

(26 EYLÜL 2007)

Prof. Şerif Mardin böyle buyurmuş.

Şerif Mardin’i 1954 yılında Dışişleri Bakanlığı Nato Dairesi’nde çalışırken tanımıştım.

Aynı odada beş kişiydik.

Çoşkun Kırca Şube Müdürü, Semih Akbil ve Tevfik Ünaydın çiçeği burnunda diplomatlardı.

Şimdi de öyle mi bilmiyorum. Ama o zamanlar müsevvit deniler namzet memurlar yedek subaylıklarını Nato Dairesi’nde yaparlardı.

Şerif Mardin Dışişleri mensubu değildi. Ama askerliğini Nato Dairesi’nde yapıyordu.

***
Coşkun Kırca, Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü’nün kızı Beyhan’la nişanlıydı. Zamanla Büyükelçi ve Dışişleri Bakanı da olan Coşkun Bey uzun yıllar boyunca ne zaman nerede karşılaşsak beni hep saygıyla selamladı.

Semih Akbil ile çok az ahbaplığım oldu. Halbuki annemle annesi bir zamanlar komşuluk yapmışlar.  Bunu kendisine söylemiştim. Çünkü annem söylememi istemişti. Nitekim Annesinden anneme selam getirmişti.  Ama bana özel bir yakınlık göstermedi.

Tevfik Ünaydın ile çok dost olduk. Yurtdışındayken mektuplaştık, merkeze geldiğinde görüştük.  Dostluğumuz yıllarca sürdü.

Şerif Mardin’e ait hiç bir anım yok.

Hayret.

Yedek Subaylığını tamamlamasına çok az bir zaman kala Coşkun Bey, “Eğer isterseniz Bakanlıkta kalabilirsiniz” dedi. Ama o Üniversiteye döneceğini söyledi.
Ve de döndü.

Sonra Amerika’ya gitti.
Yazdıklarını, ilgiyle, okurdum.
Derken okuyamaz oldum.

***
Benim gazetem Cumhuriyet.

Cuma günleri Kitap Eki için Radikal, Pazar günleri de Hürriyet alıyordum.
Emin Çölaşan’ı gazeteden kovduklarından beri Hürriyet’i almıyorum.

Ama Oktay Ekşi, Bekir Coşkun, Tufan Türenç, Yalçın Bayer hatta Ertuğrul Özkök ne yazmış, Latif Demirci ne çizmiş diye İnternet’ten Hürriyet’e bakıyorum.

16 Eylül 2007 günü Ayşe Arman’ın Şerif Mardin’le yaptığı konuşmayı da İnternet’ten okudum.

Sayın Mardin”in, “Türkiye ne Malezya olur diyebilirim ne de olmaz” beyanı beni çok şaşırttı.  Nedense kesin bir görüş bildiremiyor.  Diyorlar ki bilim adamı kesin konuşmazmış. Şimdiye kadar konuşanlar nasıl konuştular?  Yoksa onlar bilim adamı değiller miydi ?

***
Sayın Mardin, 1923’e uzanıp Cumhuriyet Halk Fırkası için “halkın içine kadar giremediler” demiş.

Bu beyanına katılıyorum.

1948 ya da 49’da Ankara Palas’ta, bir Çocuk Esirgeme Kurumu Balosu’nda, Falih Rıfkı Atay’ın yanındaki bir devlet adamına, “Halkın seviyesine hiç inemedik” dediğini, tesadüfen, tam arkasında olduğum için duymuştum.

Bu, bugün de böyledir.

Prof. Mardin, AKP için “Halka değebiliyor, sarıp sarmalayabiliyor.  Hem de en alt katmanına kadar ...” diyor.

En alt katman’dan biri olmama rağmen, AKP bana hiç değme’di, beni hiç sarıp sarmalamadı.

Acaba neden?

“Onların dünyasına girdiğinizde pozitif taraflarını da göreceksiniz, negatif taraflarını da.  .....Sadece negatif taraflarını görmediğim için Türkiye’de bana dinci filan diyorlar” demiş.

Tabii bir bilim adamı olayların hem pozitif hem negatif taraflarını görmeli ve bunları söyleşilerinde, makalelerinde, kitaplarında yansıtmalı.

Ama acaba burada pozitif ile negatifin oranı ne?

Prof. Emre Kongar, “Mardin, bugüne kadar yaptığı araştırmalarda, yazdığı kitaplarda, Saidi Nursi ve Nurculuk olayını ‘İslamın modernleştirilmesi’ bağlamında ele almış ve tarikatları, devletle halk arasındaki ilişki boşluğunu dolduran, sivil toplum kuruluşu benzeri işlev sahibi cemaatler olarak tanımlamıştı” diyor. (Cumhuriyet Gazetesi, 24 Eylül 2007)

İnsanlar durup dururken bir bilim adamına “dinci” demiyor.

“Ki bir takım güzel araştırmalar yapıyorlar, bunu da söylüyorum. Onlardan bunu lütfen esirgemeyelim” diyor.

Yaptıkları bir takım güzel araştırmaları keşke bize anlatıverseydi.  Biz de lütfen’imizi onlardan esirgemezdik.


***
Ertuğrul Özkök, “AKP tezlerine yakn bir bilim adam dostum geçen günkü yazm üzerine (Hürriyet, 20 Eylül 2007) bir not göndermiş” diyor.  Not şöyle : Akıl tutulması muhafazakar kesime sıçradı. Bütün dinler tarihi böyle sıradan faşizim örnekleriyle doludur. Anonim dincilik demokrasinin en büyük düşmanıdır. Asıl tehlike muhafazakârların bu tehlikeyi ciddiye almamasıdır. Oysa o darbe asıl AKP gibi ılımlı müslümanları vurur.”

Prof. Mardin ise, “Mahalle havası dediğimiz şeyin bu islami alt – çevrelerde yeni bir şekil almış olduğuna inanıyorum. Bu yeni şekil AKP’yi döver. Demek istiyorum ki eğer böyle bir hava gelişirse AKP ona biat etmek zorunda kalabilir” diyor.

Benim tanıdığım dincilerin tümü bugün iktidarda olan ya da olmayan bir kesimin yaşama biçiminden memnun değiller. Örneğin, pahalı giysiler, pahalı düğünler, pahalı yaşantılar onları çok rahatsız ediyor.  Ve onları kesinlikle kendilerinden saymıyorlar. Zaman içinde bu çok tutucu çevrenin sayısı giderek artarsa işte o zaman dayak yemenin de ötesinde AKP biter.

Tabii böyle bir olasılığı hiçbir zaman istemem.  O fena halde dinci kesimin yanında AKP gene de ehvenişer’dir yani kötünün iyisidir.  (Biliyorsunuz İsmet Paşa, “Şerlerin en kötüsü ehvenişer olanıdır” derdi.)

***
Mahalle ya da Çevre Baskısı. benim yetiştiğim yıllarda, örneğin muhafazakar Üsküdar’da bile yoktu.

Bodrum’da, Giritli Mahallesi de denilen Kumbahçe’de bana hiçbir zaman, hiçbir konuda baskı yapılmamıştır.  Onlar her zaman dini vecibelerini yerine getirdiler, ben ne namaz kıldım, ne oruç tuttum, bir de üstelik Ramazan’da denize girdim.

Otuz senedir çıt çıkmadı.

Yarımada Gazetesi’ne 2004 Kasım ayından beri yazı yazıyorum. Bir kez bile değil baskı görmek uyarı bile almadım. Gazetenin Editörü Yaprak Çetinkaya’nın, Ertuğrul Özkök’ün Emin Çölaşan’a yaptığı gibi bir gün beni öğle yemeğine götürüp “buraya kadar” diyeceğine ise hiç ama hiç ihtimal vermiyorum.

***
Bir zamanlar hiçbir yerde bu denli yapılmayan Mahalle Baskısı’nın bugün manşet olacak kadar çok yapılıyor olmasının tek nedeni “tarikatlar”dır.

Komşum, kayınpederinden izin alarak Florya Plajı’na götürdüğü nişanlısına evlendikten çok sonra kapanması için baskı yapmıştı.

Çünkü kendisi baskı altındaydı.

Ama dükkanını Sultan Hamam yerine başka bir yerde açmış olsaydı, eminim, bugün karısı ile hala Florya Plajı’nda yüzüyor olacaktı.

***
1987 yılında Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı, İslam Ülkeleri Ekonomik İşbirliği Başkanlığı’na arşiv çalışması yapmak için Ankara’ya gitmiştim. Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi, Kütüphanecilik Kısmı’ndan mezun çok genç oda arkadaşım, Cuma namazını kılmak için aşağıya indi. Çünkü, Cuma Namazı kılınırken orada görünmesi lazımdı.

Devlet Planlama Teşkilatı’nın takunyeliler dönemiydi.


***
Ayşe Arman korktuğunu söylüyor.

Korkmasın.

Bir avuç bile kalsak gene de savaşı biz kazanırız.

***
Asıl korkulacak şey Reha Muhtar’ın yazısında. (Vatan Gazetesi, 9 Eylül 2007) Bazı satırları aşağıya alıyorum:

“…….Hülya Avşar, Sibel Can, Seda Sayan, Demet Akalın, Petek Dinçöz ve daha bir sürüsü kendi televizyon programlarında ya da fotoğraf çekimlerinde türbanlı pozlar vermekteler… Ne müthiş inciler döktürerek giydikleri türbanı savunuyorlar…

Mesela Hülya Avşar, ‘Bazı kadınlarda gördüğü türbandan etkilendiğini ve özendiğini’ söylüyor…

Seda Sayan Hanımefendi ise herkesi şaşırtıyor…… ‘Sabahların Sultanı’ adlı programda Tekbir Giyim’in defilesine çıkan mankenleri ağırladı…… Mankenlerin taktığı türbanı başına takarak uzun süre ekranlarda böyle göründü.

Demet Akalın şöyle buyuruyor: ’40 yaşından sonra kapanacağım… Zaten baş örtüsü Sibel Can’a ve bana yakışıyor… Kapanacak kişinin nur yüzlü olması gerekir… Biz de öyleyiz’……

Gülben Ergen Hanımefendi, ‘Benim ruhum türbanlı’ demiş…”


***
Söyleyecek söz bulamıyorum.

Allah akıl fikir versin diyeceğim ama, önce vatan sevgisi versin.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder