Prof. Şerif Mardin böyle
buyurmuş.
Şerif Mardin’i 1954 yılında
Dışişleri Bakanlığı Nato Dairesi’nde çalışırken tanımıştım.
Aynı odada beş kişiydik.
Çoşkun Kırca Şube Müdürü, Semih Akbil ve Tevfik Ünaydın
çiçeği burnunda diplomatlardı.
Şimdi de öyle mi bilmiyorum. Ama o zamanlar müsevvit deniler
namzet memurlar yedek subaylıklarını Nato Dairesi’nde yaparlardı.
Şerif Mardin Dışişleri mensubu değildi.
Ama askerliğini Nato Dairesi’nde yapıyordu.
***
Coşkun Kırca, Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü’nün kızı
Beyhan’la nişanlıydı. Zamanla Büyükelçi ve Dışişleri Bakanı da olan Coşkun Bey
uzun yıllar boyunca ne zaman nerede karşılaşsak beni hep saygıyla selamladı.
Semih Akbil ile çok az ahbaplığım oldu. Halbuki annemle
annesi bir zamanlar komşuluk yapmışlar. Bunu
kendisine söylemiştim. Çünkü annem söylememi istemişti. Nitekim Annesinden
anneme selam getirmişti. Ama bana özel
bir yakınlık göstermedi.
Tevfik Ünaydın ile çok dost olduk. Yurtdışındayken
mektuplaştık, merkeze geldiğinde görüştük. Dostluğumuz yıllarca sürdü.
Şerif Mardin’e ait hiç bir anım
yok.
Hayret.
Yedek Subaylığını tamamlamasına çok az bir zaman kala Coşkun
Bey, “Eğer isterseniz Bakanlıkta kalabilirsiniz” dedi. Ama o Üniversiteye
döneceğini söyledi.
Ve de döndü.
Ve de döndü.
Sonra Amerika’ya gitti.
Yazdıklarını, ilgiyle, okurdum.
Derken okuyamaz oldum.
***
Benim gazetem Cumhuriyet.
Cuma günleri Kitap Eki için Radikal,
Pazar günleri de Hürriyet alıyordum.
Emin Çölaşan’ı gazeteden
kovduklarından beri Hürriyet’i almıyorum.
Ama Oktay Ekşi, Bekir Coşkun, Tufan Türenç, Yalçın Bayer
hatta Ertuğrul Özkök ne yazmış, Latif Demirci ne çizmiş diye İnternet’ten
Hürriyet’e bakıyorum.
16 Eylül 2007 günü Ayşe Arman’ın Şerif Mardin’le yaptığı
konuşmayı da İnternet’ten okudum.
Sayın Mardin”in, “Türkiye ne Malezya olur diyebilirim ne de
olmaz” beyanı beni çok şaşırttı. Nedense
kesin bir görüş bildiremiyor. Diyorlar
ki bilim adamı kesin konuşmazmış. Şimdiye kadar konuşanlar nasıl konuştular? Yoksa onlar bilim adamı değiller miydi ?
***
Sayın Mardin, 1923’e uzanıp Cumhuriyet Halk Fırkası için “halkın
içine kadar giremediler” demiş.
Bu beyanına katılıyorum.
1948 ya da 49’da Ankara Palas’ta, bir Çocuk Esirgeme Kurumu
Balosu’nda, Falih Rıfkı Atay’ın yanındaki bir devlet adamına, “Halkın
seviyesine hiç inemedik” dediğini, tesadüfen, tam arkasında olduğum için
duymuştum.
Bu, bugün de böyledir.
Prof. Mardin, AKP için “Halka
değebiliyor, sarıp sarmalayabiliyor. Hem
de en alt katmanına kadar ...” diyor.
En alt katman’dan biri olmama rağmen, AKP bana hiç değme’di,
beni hiç sarıp sarmalamadı.
Acaba neden?
“Onların dünyasına girdiğinizde pozitif taraflarını da
göreceksiniz, negatif taraflarını da. .....Sadece negatif taraflarını görmediğim
için Türkiye’de bana dinci filan diyorlar” demiş.
Tabii bir bilim adamı olayların hem pozitif hem negatif
taraflarını görmeli ve bunları söyleşilerinde, makalelerinde, kitaplarında yansıtmalı.
Ama acaba burada pozitif ile negatifin oranı ne?
Prof. Emre Kongar, “Mardin, bugüne kadar yaptığı
araştırmalarda, yazdığı kitaplarda, Saidi Nursi ve Nurculuk olayını ‘İslamın
modernleştirilmesi’ bağlamında ele almış ve tarikatları, devletle halk
arasındaki ilişki boşluğunu dolduran, sivil toplum kuruluşu benzeri işlev
sahibi cemaatler olarak tanımlamıştı” diyor. (Cumhuriyet Gazetesi, 24 Eylül
2007)
İnsanlar durup dururken bir
bilim adamına “dinci” demiyor.
“Ki bir takım güzel araştırmalar yapıyorlar, bunu da
söylüyorum. Onlardan bunu lütfen esirgemeyelim” diyor.
Yaptıkları bir takım güzel araştırmaları keşke bize
anlatıverseydi. Biz de lütfen’imizi
onlardan esirgemezdik.
***
Ertuğrul Özkök, “AKP tezlerine yakn bir bilim adam dostum
geçen günkü yazm üzerine (Hürriyet, 20 Eylül 2007) bir not göndermiş” diyor. Not şöyle : Akıl tutulması muhafazakar kesime
sıçradı. Bütün dinler tarihi böyle sıradan faşizim örnekleriyle doludur. Anonim
dincilik demokrasinin en büyük düşmanıdır. Asıl tehlike muhafazakârların bu
tehlikeyi ciddiye almamasıdır. Oysa o darbe asıl AKP gibi ılımlı müslümanları vurur.”
Prof. Mardin ise, “Mahalle havası dediğimiz şeyin bu islami
alt – çevrelerde yeni bir şekil almış olduğuna inanıyorum. Bu yeni şekil AKP’yi
döver. Demek istiyorum ki eğer böyle bir hava gelişirse AKP ona biat etmek
zorunda kalabilir” diyor.
Benim tanıdığım dincilerin tümü bugün iktidarda olan ya da
olmayan bir kesimin yaşama biçiminden memnun değiller. Örneğin, pahalı
giysiler, pahalı düğünler, pahalı yaşantılar onları çok rahatsız ediyor. Ve onları kesinlikle kendilerinden
saymıyorlar. Zaman içinde bu çok tutucu çevrenin sayısı giderek artarsa işte o
zaman dayak yemenin de ötesinde AKP biter.
Tabii böyle bir olasılığı hiçbir zaman istemem. O fena halde dinci kesimin yanında AKP gene de
ehvenişer’dir yani kötünün iyisidir. (Biliyorsunuz İsmet Paşa, “Şerlerin en kötüsü
ehvenişer olanıdır” derdi.)
***
Mahalle ya da Çevre Baskısı. benim yetiştiğim yıllarda,
örneğin muhafazakar Üsküdar’da bile yoktu.
Bodrum’da, Giritli Mahallesi de denilen Kumbahçe’de bana
hiçbir zaman, hiçbir konuda baskı yapılmamıştır. Onlar her zaman dini vecibelerini yerine
getirdiler, ben ne namaz kıldım, ne oruç tuttum, bir de üstelik Ramazan’da denize
girdim.
Otuz senedir çıt çıkmadı.
Yarımada Gazetesi’ne 2004 Kasım ayından beri yazı yazıyorum.
Bir kez bile değil baskı görmek uyarı bile almadım. Gazetenin Editörü Yaprak
Çetinkaya’nın, Ertuğrul Özkök’ün Emin Çölaşan’a yaptığı gibi bir gün beni öğle
yemeğine götürüp “buraya kadar” diyeceğine ise hiç ama hiç ihtimal vermiyorum.
***
Bir zamanlar hiçbir yerde bu denli yapılmayan Mahalle
Baskısı’nın bugün manşet olacak kadar çok yapılıyor olmasının tek nedeni “tarikatlar”dır.
Komşum, kayınpederinden izin alarak Florya Plajı’na
götürdüğü nişanlısına evlendikten çok sonra kapanması için baskı yapmıştı.
Çünkü kendisi baskı altındaydı.
Ama dükkanını Sultan Hamam yerine başka bir yerde açmış
olsaydı, eminim, bugün karısı ile hala Florya Plajı’nda yüzüyor olacaktı.
***
1987 yılında Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı, İslam
Ülkeleri Ekonomik İşbirliği Başkanlığı’na arşiv çalışması yapmak için Ankara’ya
gitmiştim. Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi, Kütüphanecilik Kısmı’ndan mezun
çok genç oda arkadaşım, Cuma namazını kılmak için aşağıya indi. Çünkü, Cuma
Namazı kılınırken orada görünmesi lazımdı.
Devlet Planlama Teşkilatı’nın takunyeliler
dönemiydi.
***
Ayşe Arman korktuğunu söylüyor.
Korkmasın.
Bir avuç bile kalsak gene de savaşı
biz kazanırız.
***
Asıl korkulacak şey Reha Muhtar’ın yazısında. (Vatan Gazetesi,
9 Eylül 2007) Bazı satırları aşağıya alıyorum:
“…….Hülya Avşar, Sibel Can, Seda Sayan, Demet Akalın, Petek
Dinçöz ve daha bir sürüsü kendi televizyon programlarında ya da fotoğraf
çekimlerinde türbanlı pozlar vermekteler… Ne müthiş inciler döktürerek
giydikleri türbanı savunuyorlar…
Mesela Hülya Avşar, ‘Bazı kadınlarda gördüğü türbandan
etkilendiğini ve özendiğini’ söylüyor…
Seda Sayan Hanımefendi ise herkesi şaşırtıyor…… ‘Sabahların
Sultanı’ adlı programda Tekbir Giyim’in defilesine çıkan mankenleri ağırladı……
Mankenlerin taktığı türbanı başına takarak uzun süre ekranlarda böyle göründü.
Demet Akalın şöyle buyuruyor: ’40 yaşından sonra
kapanacağım… Zaten baş örtüsü Sibel Can’a ve bana yakışıyor… Kapanacak kişinin
nur yüzlü olması gerekir… Biz de öyleyiz’……
Gülben Ergen Hanımefendi, ‘Benim
ruhum türbanlı’ demiş…”
***
Söyleyecek söz bulamıyorum.
Allah akıl fikir versin
diyeceğim ama, önce vatan sevgisi versin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder