(26 EYLÜL 2007)
Prof. Şerif Mardin böyle buyurmuş. Ama Oktay Ekşi, Bekir Coşkun, Tufan Türenç, Yalçın Bayer hatta Ertuğrul Özkök ne yazmış, Latif Demirci ne çizmiş diye internetten Hürriyet’e bakıyorum. 16 Eylül 2007 günü Ayşe Arman’ın Şerif Mardin’le yaptığı konuşmayı da internetten okuyorum.
Sayın Mardin’in, “Türkiye ne Malezya olur diyebilirim ne de olmaz” beyanı beni çok şaşırtıyor. Nedense kesin bir görüş bildirmiyor. Diyorlar ki bilim adamı kesin konuşmazmış. Şimdiye kadar konuşanlar nasıl konuştular? Yoksa onlar bilim adamı değiller miydi?
Sayın Mardin, 1923’e uzanıp Cumhuriyet Halk Fırkası için “halkın içine kadar giremediler” demiş.
Bu beyanına katılıyorum. 1948 ya da 49’da Ankara Palas’ta, bir Çocuk Esirgeme Kurumu Balosu’nda, Falih Rıfkı Atay’ın yanındaki bir devlet adamına, “Halkın seviyesine hiç inemedik” dediğini, tesadüfen, tam arkasında olduğum için duymuştum. Bu, bugün de böyledir.
Prof. Mardin, AKP için “Halka değebiliyor, sarıp sarmalayabiliyor. Hem de en alt katmanına kadar...” diyor. ‘En alt katman’dan biri olmama rağmen, AKP bana hiç değmedi, beni hiç sarıp sarmalamadı.
Acaba neden?
“Onların dünyasına girdiğinizde pozitif taraflarını da göreceksiniz, negatif taraflarını da… Sadece negatif taraflarını görmediğim için Türkiye’de bana dinci filan diyorlar” demiş. Tabii bir bilim adamı olayların hem pozitif hem negatif taraflarını görmeli ve bunları söyleşilerinde, makalelerinde, kitaplarında yansıtmalı. Ama acaba burada pozitif ile negatifin oranı ne?
Prof. Emre Kongar, “Mardin, bugüne kadar yaptığı araştırmalarda, yazdığı kitaplarda, Said Nursi ve Nurculuk olayını ‘İslamın modernleştirilmesi’ bağlamında ele almış ve tarikatları, devletle halk arasındaki ilişki boşluğunu dolduran, sivil toplum kuruluşu benzeri işlev sahibi cemaatler olarak tanımlamıştı” diyor. (Cumhuriyet Gazetesi, 24 Eylül 2007)
İnsanlar durup dururken bir bilim adamına “dinci” demiyor.
“Ki bir takım güzel araştırmalar yapıyorlar, bunu da söylüyorum. Onlardan bunu lütfen esirgemeyelim” diyor. Yaptıkları birtakım güzel araştırmaları keşke bize anlatıverseydi. Biz de lütfen’imizi onlardan esirgemezdik.
Ertuğrul Özkök, “AKP tezlerine yakın bir bilim adamı dostum geçen günkü yazım üzerine (Hürriyet, 20 Eylül 2007) bir not göndermiş” diyor. Not şöyle: Akıl tutulması muhafazakâr kesime sıçradı. Bütün dinler tarihi böyle sıradan faşizm örnekleriyle doludur. Anonim dincilik demokrasinin en büyük düşmanıdır. Asıl tehlike muhafazakârların bu tehlikeyi ciddiye almamasıdır. Oysa o darbe asıl AKP gibi ılımlı müslümanları vurur.”
Prof. Mardin ise, “Mahalle havası dediğimiz şeyin bu İslami alt – çevrelerde yeni bir şekil almış olduğuna inanıyorum. Bu yeni şekil AKP’yi döver. Demek istiyorum ki eğer böyle bir hava gelişirse AKP ona biat etmek zorunda kalabilir” diyor.
Benim tanıdığım dincilerin tümü bugün iktidarda olan ya da olmayan bir kesimin yaşama biçiminden memnun değiller. Örneğin, pahalı giysiler, pahalı düğünler, pahalı yaşantılar onları çok rahatsız ediyor. Ve onları kesinlikle kendilerinden saymıyorlar. Zaman içinde bu çok tutucu çevrenin sayısı giderek artarsa işte o zaman dayak yemenin de ötesinde AKP biter.
Tabii böyle bir olasılığı hiçbir zaman istemem. O fena halde dinci kesimin yanında AKP gene de ehvenişer’dir yani kötünün iyisidir. (Biliyorsunuz İsmet Paşa, “Şerlerin en kötüsü ehvenişer olanıdır” derdi.)
Mahalle ya da çevre baskısı. Benim yetiştiğim yıllarda muhafazakâr Üsküdar’da bile yoktu.
Bodrum’da, Giritli Mahallesi de denilen Kumbahçe’de bana hiçbir zaman, hiçbir konuda baskı yapılmamıştır. Onlar her zaman dini vecibelerini yerine getirdiler, ben ne namaz kıldım, ne oruç tuttum, bir de üstelik Ramazan ayında denize girdim. Otuz senedir çıt çıkmadı.
Yarımada Gazetesi’ne 2004 Kasım ayından beri yazı yazıyorum. Bir kez bile değil baskı görmek uyarı bile almadım. Gazetenin Editörü Yaprak Çetinkaya’nın, Ertuğrul Özkök’ün Emin Çölaşan’a yaptığı gibi bir gün beni öğle yemeğine götürüp “buraya kadar” diyeceğine ise hiç ama hiç ihtimal vermiyorum.
Bir zamanlar hiçbir yerde bu denli yapılmayan Mahalle Baskısı’nın bugün manşet olacak kadar çok yapılıyor olmasının tek nedeni “tarikatlar”dır.
Şerif Mardin’i 1954 yılında Dışişleri Bakanlığı NATO Dairesi’nde çalışırken tanımıştım. Aynı odada beş kişiydik. Çoşkun Kırca Şube Müdürü, Semih Akbil ve Tevfik Ünaydın çok genç diplomatlardı. Şimdi de öyle mi bilmiyorum. Ama o zamanlar müsevvit denilen namzet memurlar yedek subaylıklarını NATO Dairesi’nde yaparlardı. Şerif Mardin Dışişleri mensubu değildi. Ama askerliğini NATO Dairesi’nde yapıyordu. Yedek Subaylığını tamamlamasına çok az bir zaman kala Coşkun bey, “Eğer isterseniz bakanlıkta kalabilirsiniz” dedi. Ama o üniversiteye döneceğini söyledi. Ve de döndü.
Sonra Amerika’ya gitti. Yazdıklarını, ilgiyle, okurdum. Derken okuyamaz oldum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder