21 Mayıs 2010 Cuma

20.2 GÜLTEN (BERKEM) AKBAY

Avrupa'da ilk gittiğim başkent Londra'dır. Belki de ilk olduğu için, ben en çok Londra'yı sevdim.

Celal (Akbay) 1963'ün başında Londra Büyükelçiliği'ne Başkatip olarak atandı. Gülten, "Artık gelmen vacip oldu" dedi.

1963 yılının 22 Ağustos günü, Victoria Garı'nda, beni karşıladılar.

Trenden iner inmez, "Benim iğnelerim var, her gün bir tane yapılacak" dedim.

Celal, "Burada böyle bir adet yok, sana iğne yapılabilmesi için sağlık sigortanın olması lazım" dedi.

İlk hayal kırıklığı.

***
Gülten benim sınıf arkadaşım. Hatta sıra arkadaşım.

İstanbul'dan Ankara'ya 1943 yılında gittim. Annem, Ankara Kız Lisesi'ne kaydımı yaptırdı. Sekizinci sınıf öğrencisiydim. İlk gün, tesadüfen, kapının yanındaki sıralardan birine oturdum. Yanımda oturan iki öğrenciden biri Gülten'di. O gün başlayan arkadaşlığımız tam 50 yıl, onun ölümüne kadar, sürdü.

Gülten'in babası Samizâde Süreyya Berkem diplomattı. O sıralarda Londra'da Başkonsolos olarak bulunuyordu. Çok iyi yetişmiş, çok iyi dil bilen, çok zarif bir beyefendiydi. Başında şapkası, elinde uzun şemsiyesi ile Chamberlaine'a benzerdi. (Chamberlaine 1937 - 40 yılları arasında İngiltere'de Başbakanlık yapmıştı.)

***
Gülten'in ablası Ayten, bizden bir veya iki sınıf büyüktü. Onun kendi grubu, bizim kendi grubumuz vardı. Bazen de gruplarımız birleşirdi. Özellikle yılbaşı gibi özel günlerde.

Ayten, Yavuz Gör ile evlendi.

Yavuz, Mülkiye'nin Mali Şube'sinden mezun olmuştu. Maliye Bakanlığı'nda çalışıyordu. Ben de o yıllarda Sümerbank Alım ve Satım Müessesesi'nde çalışıyordum. Öğle yemeğini bankanın en üst katındaki lokantada yerdim. Maliye Bakanlığı'ndan da bazı memurlar gelirdi. Yavuz'u orada tanıdım. Bana, "Ben Ayten'i tanımadan seni tanıdım" derdi. Ben de, "Ben seni kısa pantolonlu günlerinden bilirim" derdim. Gülüşürdük.

Yavuz, Ayten'le tanıştıktan sonra diplomat olmaya karar verdi. Ona, alışık olduğu hayatı vermek için.

Bu iyi niyetin oluşması, oldukça uzun sürdü. Tam yedi yıl.

Annem Ayten'i çok takdir ederdi. Çünkü Ayten bu yedi yıl zarfında, her akşamüzeri, giyinir, süslenir, Yavuz'u beklerdi.

İlk tayinleri Washington'du. Sonra Kabil. Ve diğerleri.

Bir gün bu evlilik, bence, hiçbir neden yokken bitti. Ayten bir daha evlenmedi. Yıllar sonra sorduğumda "Yavuz gibisini bulamadığım için" dedi. Yavuz, galiba, üç defa evlendi. Demek o da Ayten gibisini aradı.

Yavuz güzel bir erkek değildi. Ama konuşmaya başlayınca güzelleşirdi. Çok zeki ve çok bilgiliydi. Olağanüstü bir mizah gücü vardı. Yavuz'la aynı mecliste bulunmak bir ayrıcalıktı.

Emekli olduktan sonra, İstanbul'a yerleşti. Cumhuriyet Gazetesi'nde güzel köşe yazıları yazdı. Sonra, gene Cumhuriyet Gazetesi'nde "Seyyahatname" başlığı altında anılarını neşretti. Çok değişik bir tarzı vardı. Zevkle ve ilgiyle okundu.

Eski Büyükelçilerden Semih Günver Cumhuriyet Gazetesi'ndeki bir yazısında, "sabah kahvemi Yavuz'un anılarını okurken içiyorum" diye yazmıştı.

Bunun üzerine hemen Yavuz'a telefon ettim, "ben, seni kahvemden önce okuyorum" dedim. Çok sevindiğini söyledi. "Görüşelim" dedi. "Görüşelim" dedim. Ama kısmet olmadı.

Yavuz, 4 Kasım 1996'da, doğum gününde, Muğla'nın Akkaya Köyü'nde öldü ve kendi arzusu ile orada gömüldü.

Nereden nereye... Yavuz, Akkaya Köyü'nde. Ressam Fethi Arda, Bodrum'un Yalıkavak Mezarlığı'nda. Gülten ve Celal Paris'te.

Büyüklerimiz, "İnsanlar doğdukları yerde değil doydukları yerde yaşar" demişler de nerede ve nasıl gömüleceklerine dair bir darbı mesel üretmemişler.

Ayten ve Yavuz'un nikah töreni, Ankara. Sağ başta Gülten.

Gülten'in annesi Calibe Berkem, bir diplomat eşinin tüm inceliklerine sahipti.
Çok hoş bir hanımefendiydi. Annemin Yardım Sevenler Cemiyeti'nden arkadaşıydı. Böylece Gülten"le arkadaşlığımız, annelerimizin de arkadaş olmaları nedeniyle sadece okul saatleriyle sınırlı kalmadı, gece oturmalarıyla da devam etti. Ben, Gülten'le olduğu gibi, annesi ile de arkadaştım.

***
O yıllarda, Ankara Palas'ta, Cumartesi çayları yapılırdı. Şükrü Saraçoğlu Başbakandı. Bu çaylara gelirdi. Bizler de annelerimizle giderdik. Gülten çok güzel dans ederdi. Babası Varna'da görevliyken bale okuluna gitmişti.

O çaylarda, Gülten'le Ali Bozer La Conga yaparlardı. O günlerin moda dansıydı La Conga. Ali Bozer, Hukuk Fakültesi'nde öğrenciydi. Hiç kimse, bu dansı, Gülten'le Ali Bozer kadar güzel yapamazdı.

1988 yılı Eylül ayında, Hilton Convention Center'da yapılan "The European Community - Turkey Business Week" toplantısında Dokümantasyon Koordinatörü olarak görev yapıyordum.

Ali Bozer, AET'den sorumlu Devlet Bakanı'ydı. Birlikte çalıştığı ve toplantı sırasında birkaç defa Dokümantasyon Merkezi'ne gelen Büyükelçi Yıldırım Keskin'e bu anımı anlatmıştım. Yıldırım bey on dakika sonra tekrar geldi ve bir kere daha anlatmamı istedi. Herhalde Ali Bozer'e nakletmeye karar vermişti.

***
Gülten'le, aynı yaştaki iki genç kızın yapabileceği her şeyi birlikte yaptık. Sinemaya gittik. Çaya gittik.  Baloya gittik. Tenis oynadık. Flört ettik. Aşık olduk. Hayaller kurduk.

Güzel günlerdi.
Hep öyle sürecek sandık.
Birlikte ihtiyar olacaktık.

Sigara içmeye ilk o başladı.
Ben ondan görerek özendim.

Ben 1966'da bıraktım.
O ölene kadar içti.

Ziya Şav, Gülten ve Celal öldükten sonra bana bir tomar resim getirdi, Paris'ten. Bu resim onların içinden çıktı. Gülten, resmin arkasına 23.V.1942 tarihini koymuş. Ön yüzünde ise Ankara yazıyor. Bu resmi iki kez televizyonda gördüm. Gülten müzik eşliğinde bir arkadaşı ile dans ediyordu. Acaba 19 Mayıs gösterilerinde çekilmiş olabilir miydi? Yoksa Can Dündar'ın yaptığı belgesellerden biri miydi? Ah! Bir bilen olsa da yanıtlasa. Ne kadar sevinirim.

***
Gülten, 1943 ders yılının ortalarında okuldan ayrıldı. Calibe hanım teyze, iki kızı ile birlikte, maceralı bir yolculuktan sonra, Londra'ya Süreyya beyin yanına gitti. Savaş yıllarıydı. Ancak üç ayda varmışlardı Londra'ya. Afrika üzerinden gitmişlerdi.

Bir süre haber alamadık. Sonra mektuplar gelmeye başladı. Böylece, arkadaşlığımız kesintiye uğramadı. Ankara'ya döndüğü gün, hiç ayrılmamış gibi, yeniden beraber olduk. Bu her zaman böyle oldu.

Aynı fikirde olduğumuz gibi, aykırı fikirlerde de olduk.
Örneğin, o 1950 seçimlerinde Demokrat Parti'yi destekledi, ben CHP'yi.
Böyle durumlarda susarak, içimizden, konuşurduk.

Birbirimize hitabımız, birbirimiz için kullandığımız sözcükler, birbirimize olan davranış biçimlerimiz ilk tanıştığımız günkü kadar mesafeliydi. Bu, herhalde, her ikimizin de yapısından kaynaklanıyordu. Çünkü, o benim dışımdaki arkadaşlarıyla da hep böyle oldu. Ben de onun dışındaki arkadaşlarımla hep öyle oldum. Ne o, ne de ben hiçbir zaman, hiçbir arkadaşımızla laubali olmadık.

"Sen benim 'the' arkadaşımsın" derdi.

***
Celal'i, Gülten vasıtası ile tanıdım. Uzun bir süre flört ettiler.

Ben Dışişleri Bakanlığı NATO Dairesinde çalışıyordum. Bir gün telefon çaldı. Gülten, "biz Celal'le biraz önce evlendik" dedi. Celal'in iki arkadaşı tanıklık etmişti.

Gülten'in ilk, Celal'in üçüncü. evliliği idi.

Gülten'le Celal evlendikten kısa bir süre sonra New York'a gittiler. Celal Birleşmiş Milletler'e tayin olmuştu.

Celal'in Galatasaray Lisesi'ndeki lakabı Deli Celal'miş (Celal Le Fou). Bu lakabın kendisine niçin verildiğini bilmiyorum. Yalnız, bir şeyi çok iyi biliyorum; Celal, çok nevi şahsına münhasır bir insandı. Her şeyi çok iyi bilirdi. Çok okurdu. Fransızcayı Galatasaray'da öğrenmişti. İngilizce ikinci diliydi.

Bach hayranıydı.
İki tanıklı resmi nikah. Tarih bile koymamışlar.

***
Gülten'ler Londra’da South Kensington'da oturuyorlardı. Londra'nın en mutena semtiydi South Kensington. Chelsea, Royal Albert Hall, Victoria and Albert Museum, Harrods, Kings Road, Sloane Square çok yakındı. Her yer yürüyüş mesafesindeydi. Olmasa bile sorun değildi, çünkü otobüsler çok düzenli çalışıyordu.

Otobüsler iki katlıydı. Üst katta sigara içilirdi. Otobüs durağa gelince, biletçi hemen kapıya gelir ve boş yerlere göre yolcu alırdı. "İki aşağı, üç yukarı" dedi mi beş kişiden fazlası binemezdi.

Otobüsün şoförü ise durağa gelmeden önce durağın adını söylerdi. Ben bu uygulamaya daha sonra Münih'te ve Paris'te de tanık oldum. Eğer yanlış hatırlamıyorsam, tramvaylı yıllarda, bizde de böyleydi.

Subway'le (metro) ilk kez Londra'da tanıştım.

***
Her sabah Celal'i yolcu ettikten sonra, tavuğumuzu yahut etimizi fırına koyar, "İki saat sonra çalışmaya başla, kırkbeş dakika sonra dur" diye talimat verir, kendimizi sokağa atardık. Eve geldiğimizde yemek hazır olurdu. Salatayı yapar, Celal'i beklerdik.

Ankara'ya döndüğümde, apartman komşumuz yaşlı bir hanıma anlattığımda, "Fırının içinde biri mi var?" diye sormuştu.

***
Regents Park'a götürmüştü Gülten beni. Regents Park, İngiliz çimi ile örtülü, uçsuz bucaksız bir parktı. Sandalla gezinenler, mayo ile güneşlenenler, kitap okuyanlar ve sevişenler... Kimse kimseye bakmazdı. Bir ben bakardım, niye bakmıyorlar diye.

Elimde iki fotoğraf var.
Bu parkta çekilmiş.
Biri ben, diğeri Gülten.
Birbirimizi çekmişiz.
Ne kadar genciz.

Halbuki 1963'de ikimiz de otuzbeş yaşındaydık.
Bizim kuşağın gençliği uzun sürdü.

Gülten Regent Park'ta. Yıl, 1963.

Ben Regent Park'ta. Yıl, 1963.


***
O günlerin filmleri West Side Story ve Cleopatra idi. West Side Story’yi iki kez seyrettim.

Elizabeth Taylor Cleopatra rolündeydi.  Criterion Theatre'da Iris Murdoch'dan A Severed Head. Kitabını okumuştum. Keyifle seyrettim. Covern Garden'da Nadia Nerina'dan The Sleeping Beauty. 

Şimdi hatırlamıyorum. Nadia Nerina'yı sahnede mi seyretmiştim yoksa filmde mi? Hatırladığım bu film Ankara’ya da geldi ve annemle beraber gittik. Annem Nadia Nerina'yı uzun zaman unutamadı.

Queen's Theatre'da Man and Boy. Kim oynuyor dersiniz? Charles Boyer. Hele bir de ön sırada oturuyorsanız. Elinizi uzatsanız tutacaksınız.

***
2 Eylül 1963 akşamı, Royal Albert Hall'de bir konser izledim.

Orhan Pamuk, "Bir kitap okudum hayatım değişti" diyordu. Eğer bir insanın hayatı bu kadar çabuk değişebiliyorsa, benimki de o konserle değişti diyebilirim.

Konserin üç solisti vardı: Yehudi Menuhin, David Oistrakh, Igor Oistrakh. Moscow Philharmonic Orchestra çalıyordu ve Kyril Kondrashin yönetiyordu.

Önce orkestra Weber'in Oberon Uvertürü'nü (Overture: 'Oboron') çaldı.

Sonra, Mozart'ın Keman ve Viyola için Senfoni Konsertan'ı seslendirildi. (Sinfonia Concertante in E Flat for Violin and Viola, K.364). Solistler: David ve Igor Oistrakh.

Ne olduysa ikinci kısımda oldu. Beethoven'ın Keman Konçertosu'nu (Op.61) Yehudi Menuhin çaldı ve Orkestrayı David Oistrakh yönetti.

Tanrım! Bazen insan nelere tanık oluyor.

Ben kulaktan hiçbir şey kapamam. Bu nedenle bir müzik parçasına aşina olabilmem için onu birçok kez, çok dikkatle, dinlemem gerekir. Fakat o gece Beethoven'ın Keman Konçertosu'nu nasıl dinlediysem, kadansı dahil, kulağımda yer etti. Bunu Yehudi Menuhin'e borçluyum.


***
Trafalgar Square'de sokak ressamları duvarlarda ve yerlerde eserlerini sergiliyorlardı. İlk kez orada, kaldırımın üstüne çizilmiş resimler gördüm.
Çok ilgimi çekti. Hele bir tanesini hala unutamıyorum.

Dolunay gibi bir şeydi. Ama dolunay gibi yuvarlak değildi Biraz deforme edilmişti. Önce bir mana veremedim. Soyut bir resim diye düşündüm. Sonra dikkat ettim. Altına yazı yazılmıştı: "It is easy to draw, but very hard to get it". Evet! Yerde bir ekmek resmi vardı. Gerçekten ekmeği çizmek kolaydı. Ama onu elde etmek zordu.

***
Londra deyince akla ilk Marks and Spencer gelirdi. Orta sınıfın mağazasıydı. Türkiye’ye gelince sınıf atladı. Marks and Spencer’da ucuz ama kaliteli mal satılırdı. Özellikle iç çamaşırları çok iyi idi.

Dünyaca ünlü Harrods South Kensington’daydı. Harrods’dan 21 Pound’a yakası kürklü bir manto ve 8 Pound'a bir çanta almıştım. Çantanın içinde bir kart vardı. Üzerine, “Madame kullandığın bu çanta deridir” diye yazılmıştı.

CENTO'da çalışan İngiliz Mr. Helenen benim Harrods'dan alışveriş ettiğimi duyunca kulaklarına inanamamıştı. Çünkü İngilizler Marks and Spencer'dan alışveriş ederlerdi.

Benim için en şık cadde Regent Street'ti. Liberty, Burberry's, Aquascutum, Gerrard ve Scotch House bu cadde üzerindeydi.

***
Celal, Londra'daki görev süresi bitince Ankara'ya, bakanlığa döndü. Karanfil Sokak'ta bir apartman katı tuttular. Biz Bankacı Sokak'ta oturuyorduk.

Bazı akşamlar Gülten, Celal ve ben, işten çıkınca, Atatürk Bulvarı’nda Piknik’in üzerindeki Gazeteciler Cemiyeti'nde buluşurduk. Yemek yer, içki içer, günün olayları üzerine konuşurduk.

Gazeteciler, şairler, yazarlar, çizerler gelirdi. Masadan masaya selamlaşılır, birbirini tanımayanlar tanıyanlar tarafından tanıştırılırdı.

Fahir Aksoy’u orada tanımıştım. Celal masamıza davet etmişti. Gece boyunca şiir okumuştu. Okumakla kalmamış, beni de imtihan etmişti. Acaba neyi ne kadar biliyordum. O yıllarda insanlar bu ölçülere göre değerlendirilirdi.

Bize her zaman aynı garson hizmet ederdi. Daha doğrusu, biz aynı garsonun masasına otururduk. Bir akşam, Celal, "Bir tek daha içelim, öyle kalkalım" dedi. Ben içmek istemediğimi söyledim. Celal ısrar etti. Garson içkilerimizi getirdi. Ben içer gibi yapacaktım. "Şerefe" kadehler kalktı. Dudaklarımı bardağa değdirdim. O da ne? Garson, benim kadehime rakı yerine su koymuştu. Garsonla göz göze geldik. Rakıyı susuz içtiğim için, Celal fark etmedi. Ben de rakı içer gibi yudum yudum su içtim.

Acaba hâlâ böyle garsonlar var mı?

***
Ankara'dan sonra, Celal Dublin'e Büyükelçi olarak atandı. Türkiye'nin ilk Dublin Büyükelçisi oldu.

Gülten ısrarla çağırıyordu. 1976 yılında CENTO Dışişleri Bakanları Toplantısı için Londra'ya gidecektim. Londra'dan Dublin'e geçebilirim diye düşündüm. Nitekim öyle de yaptım. 30 Mayıs'ta gittim. 4 Haziran'da tekrar Londra'ya döndüm.

Gülten kendisinin önemsediği ve benim de önemseyeceğim yerlere götürdü.

Dublin yemyeşildi. Uçakla hava meydanına inerken gözlerime inanamamıştım. Bir ülke nasıl bu kadar yeşil olabilirdi. Parklarını, bahçelerini, özellikle, uzun çok uzun kumsalını unutamıyorum. Med ve cezir olaylarının yaşandığı bu sahilde yürümek gerçekten keyifti.

Dublin, İrlandalıların deyimiyle, "Georgian Dublin" tekrar görmek istediğim yerlerden biridir.

Londra'da bir sokağa girdiğinizde tüm evler, kapılar ve kapıların süsleri birbirinin tıpkı eşidir. Halbuki Dublin'de yalnız evler değil, kapılar da, tokmaklar da birbirine hiç benzemiyordu.

Fakir mahallesindekiler bile.

Benim gittiğim yıl, Turizm Müdürlüğü bir fotoğraf yarışması açmış. Bob Feanon adında bir fotoğrafçı Fitzwilliam Meydanı'ndaki evlerden 30 tanesinin kapısını fotoğraflamış. Bu kapıları birbirine yakışır bir biçimde sıraya dizmiş. Afişin altına da "The doors of Dublin - Georgian Doorways in and around Fitzwilliam Square" diye yazmış. Bu afiş birincilik kazanmış. Ben bu afişten bir tane satın aldım.



Sonra Gülten'den beni bu meydana götürmesini istedim. Böylece afişteki kapıların tümünü gördüm. Hepsini çok sevdim. Hatta Bodrum’daki evimin kapısını bunlardan biri gibi yapacak, o tokmaklardan en beğendimi satın alacak, Bodrum’a taşıyacaktım. Neyse böyle bir çılgınlığı son dakikada yapmadım. Ne işi vardı Dublin'in Bodrum'da.

***
Ben Ankara'ya döndükten sonra, Gülten Dublin'de ameliyat oldu. Memesinin biri alındı. Ameliyat başarılı geçti. Hastahane, o güne kadar orada yatan hastaların "en iyisi, en sorun çıkarmayanı, en güler yüzlüsü" ödülünü verdi Gülten'e. Gülten bu vasfını ölene kadar hiç yitirmedi.

Celal, Dublin'den doğru Gana'ya gitti.

Eğer CENTO'nun 1978'de Washington'da yapılacak Dışişleri Bakanları Toplantısı son dakikada Londra'ya alınmasaydı ben Amerika dönüşü Gana'ya gidecektim. Kısmet olmadı.

Celal Gana'da. Kral'a itimatnamesini sunmaya gidiyor.
***
Gülten, Ayten ve Calibe hanım teyze, 1943 yılında, Süreyya beyin yanına Londra'ya gitmeden önce Selanik Caddesinde oturuyorlardı. O yıllarda Selanik Caddesi Yenişehir'in en güzel caddelerinden biriydi. Londra'dan Ankara'ya döndüklerinde Konur Sokak'ta ev tuttular.

İki tane (Pequinoi) köpekleri vardı. Tensi ve Çuçu. Köpekten çok korktuğum için, kapının zilini çalmaz, bahçe kapısının demir parmaklığına tutunur, ıslık çalardım. "Pardon me boy, is that Chattanooga Choo Choo?" Ev halkından kim ıslığımı duyarsa önce köpekleri kapatır, sonra sokak kapısını açardı.

Ama bir gün, kapıyı Süreyya bey açtı. Çünkü diğerleri evde yoktu. Köpekler beni görünce havlamaya başladılar. Ya beni tanıdıkları için sevinçlerinden havladılar, ya da benim yüzümden odaya kapatıldıkları için bana olan nefretlerinden havladılar.

Ben tabana kuvvet, bahçeye doğru, koşmaya başladım. Ben önde, köpekler arkada, Süreyya bey en arkada. Ben hem koşuyor, hem de avaz avaz bağırıyordum. Köpekler de bağırıyordu. Sonunda bahçe bitti. Kurbanlık koyun gibi durdum. Tensi ile Çuçu da durdu.

Süreyya bey üzgün, ben mahçup.

***
Ağabeyim Gülten'le beni baloya götürürdü. Orada arkadaşlarımızla buluşur sabahlara kadar dans ederdik. Bazı geceler bizde toplanırdık. Evimiz küçüktü, konforumuz yoktu, bütçemiz dardı, ama candandık.

Annem bize yılbaşı partileri yapardı. O zaman daha da kalabalık olurduk. Hepimiz aşağı yukarı aynı yaşlardaydık. Ve ne kadar masumduk.

***
Gülten, ağabeyimi çok severdi.

80'li yılların başında ağabeyim büyük bir haksızlığa uğradığında, ağabeyimi çok iyi tanıyan herkes gibi; Gülten de, Celal de çok üzülmüşlerdi.

Yerleşmek üzere Paris'e gitmeye karar vermelerinde bu olayın da payı olduğunu, Celal'in, "Bu memlekette artık yaşanmaz" derken diğer nedenlerin yanında bunu da kastetmiş olduğunu; Gülten'in, yıllar sonra yazdığı bir mektuptan öğrenecektim.

***
Celal, Gana'dan, Ankara'ya, Bakanlığa döndü. Emekliliğine az kalmıştı. Yeni bir dış görev verilmeyecekti. Bu durumda, Bakanlık tabiri ile "koridorda" kalacaktı. Bunun üzerine Ankara'da oturmak istemediler. İstanbul'a geldiler. Kurtuluş'ta, Celal'in annesinin bir dairesi vardı. Hanım vefat etmişti. O daireye yerleştiler.

Gülten'in kontrolleri Cerrahpaşa'da Prof. Dr. Berkarda tarafından yapılıyordu. Gülten’i hastaneye Ziya Şav götürüyordu.

***
1983 yılının sonunda, yerleşmek üzere, Paris'e gittiler. Her zaman olduğu gibi mektuplaştık. O bana Paris'i anlatırdı, ben ona İstanbul'u.

Gülten'in sağlığı giderek bozulmaya başladı. Çok ağrıları vardı. Çünkü hastalık bütün vücuduna yayılmaya başlamıştı. Tabii bundan haberi yoktu.

Bana bu ağrılarının nedenini sorardı. Ben de ona aynı ağrıların bende de olduğunu yazardım. "Ne çekiyorsak bu romatizmalarımızdan çekiyoruz" derdim.

Başka ne diyebilirdim ki...

***
15 Ekim 1993'de Paris’e gittim.

Bu benim için, yalnız Paris'e gitmek değil, aynı zamanda Gülten'le de beraber olmaktı. Hatta bu, belki de, Gülten'le bir vedalaşma olacaktı.

Varol Özkoçak’ta kalıyorum. Evden vakitlice çıktım. Gülten'i bekletmek istemiyordum. Tarif ettiği metro istasyonunda buluştuk. 10 yıl sonra birbirimize sarıldık.

Gülten'i çok iyi gördüm. Gerçi kemoterapiden sonra saçları dökülmüştü ama yeni gelmeye başlayan kısacık saçlar ona hoş bir görüntü vermişti.

Gülten çok zarif bir kadındı. Bir etek, bir kazakla şık olan ender insanlardandı.

Celal bizi pencerede bekliyordu.

***
Gülten ile gün aşırı beraber oldum. O bir gün dinleniyor, ben o gün müzeleri, sergileri, sokakları geziyordum.

Beni göstermek istediği yerlere götürüyordu. Bu daha çok bana mektup yazdığı parklardı.

Ben de onu Louvre’a götürdüm. Ne kadar mutlu olmuştu. Gülten resimden çok iyi anlıyordu ve anlayan biri ile sergi gezmek insana çok şey katıyordu.

Bir kaç gün sonra Celal de bize katıldı. Onun da bana göstermek istediği yerler vardı.

Örneğin, Luxembourg Parkı'na gittik. Sonbahardı. Tüm yapraklar sararmış, kızarmış, yerlere dökülmüştü.

Celal'e o parkla ilgili bir anımı anlattım. Çok hüzünlendi. Gözleri doldu.

Aynı anıyı Murathan Mungan’a da anlatmıştım Bodrum’da. O da duygulanmış hatta ağlamıştı.

***
Ve benim dönüş günüm geldi. Zaten üç hafta için gitmiştim. Günler geçiverdi. Paris'ten ayrılmadan bir gün önce Gülten ve Celal'le gene beraber oldum. Montparnasse'a doğru yürüyorduk. Gülten koluma girdi "keşke sen Paris'te yaşıyor olsaydın" dedi.

"Keşke" dedim.

İstanbul'a döndükten sonra gönderdiği ilk mektupta, "sen gelmeden Celal sokağa adım atmıyordu, sen gittin gene eve kapandı" diye yazdı.

"Bize güç verdin" diyordu.
"Bizi canlandırdın" diyordu.

***
Gülten'in ağrıları giderek arttı. Hastahanedeki doktorlar Celal'e artık yapılacak bir şey kalmadığını söylediler.

Ağrıları onu uyutmuyordu. Sabahın üçünde, dördünde bana mektup yazıyordu. "Uyku uyuyamadığıma göre, bari Olcay'a mektup yazayım dedim" diyordu. Bunu bile "dün gece mehtap çok güzeldi" veya "bu sabah güneş çok güzel doğdu" der gibi yazıyordu.

Sadece son mektubunda, "seni üzdüğümü biliyorum, ama senden başka kimsem yok" diye yazmıştı. Halbuki Ankara'da ablası vardı.

Bir tek isteği vardı. Celal'den sonra ölmek. "O kendine bakamaz" diyordu.

***
İzmir'den sanatçı Ali Sarıata Bodrum'daki evimin kapısının fotoğrafını çekmiş, sonra onu kartpostal haline getirmiş ve bana da bir miktar getirmişti. O gün bu karttan bir tane Gülten'e gönderecektim.

Telefon çaldı. İstanbul'dan Ziya Şav aradı. Gülten'in öldüğünü söyledi.

18 Haziran 1994.

Gülten'e göndereceğim kartı, Celal'e gönderdim. "Gülten seni çok sevdi ve sana çok saygı duydu" dedim.

Bunun böyle olduğunu, tabii ki Celal benden daha iyi biliyordu. Ama bir de benden duysun istedim.

***
Celal, Gülten'in arkasından ancak üç ay yaşadı.

Paris'teki doktor, İstanbul'a, Ziya Şav’a telefon etti. "Bu adam hiçbir şey yemiyor, yalnız içiyor, herhalde intihar etmek istiyor, çabuk gelin"dedi. Ziya bey Paris'e gitti. Celal'i ikna etti ve onu hastaneye yatırdı.

Ve Ziya bey İstanbul'a döndüğünde, "Biliyor musun, Celal hastaneye giderken yanına, sadece, senin ona gönderdiğin kartı aldı" dedi.

Celal, 27 Eylül 1994 tarihinde öldü.

***
Gülten'in öldüğü gün kaybolan kedi, Celal'in öldüğü gün apartmanın dış kapısında göründü. Ziya bey kediyi, bir kedi severe hediye etti.

Astragan mantosunu, Gülten’in vasiyeti üzerine bana getirdi. Bir zarf dolusu da resim.

Şimdi o resimlere bakarken, hatta bazılarını anılarımda kullanırken, şanslılarmış diyorum. Bende duruyorlar. Acaba benim resimlerim kimde duracak?

***
Celal'in itimatnamesini sunarken giydiği jaketatay, melon şapka ve rugan ayakkabılar İstanbul Devlet Opera ve Balesi’ne armağan edildi.

Her ikisi de vücutlarını Üniversite Hastanesi'ne bağışladı.

Nereye gömüldüler?
Gömüldüler mi?

Bilmiyorum.

8 yorum:

  1. Mina Urgan, Bir Dinazorun Gezileri adlı kitabında 174 ve 176 ıncı sayfalarda, sevgili çocukluk arkadaşım dediği Celal Akbayı anlatıyor.Galatasaray Lisesinde Fou Celal adının takıldığını, onun tanıdığı en üstün zekalı insanlardan biri olduğunu ama bu üstün zekanın bir anlamda deli olmasını engelleyemediğini söylüyor.Eşi Gültenin , Celalin tam tersıne, son derece aklı başında ve hoş bir kadın olduğunu yazıyor. Cenazelerin , Türkiyeye getirilmediğini, Pariste toprağa verilmediğini ve herhangi bir tören yapılmöadığını, çünki ölü bedenlerini Paris Tıp Fakültesine bağışladıklarını söyledıl
    kten sonra, bu aykırı davranışı ile sonuna kadar Fou Celal kalmanın yolunu bulmuştur sevgili arkadaşım diye bitiriyor.

    YanıtlaSil
  2. 1942 -43 ders yılında tanıdım Gülten'i. 15 yıl sonra da Celal'i.

    Bazı insanlar vardır çok kalın çizgiler taşırlar. Kime sorsan, örneğin Mina Urgan, Ziya Şav gibi yakın dostlara, ya da uzak tanıdıklara her ikisini de aynı sözcüklerle anlatırlar. Bu pek sık rastlanan bir şey değildir. Ben hiç rastlamadım.

    Gülten'i 44 sayfada anlattım anılarımda. Gene de az bulurum. 44 sayfa demek uzun bir öykü kitabı demektir. Blogda zorunlu olarak kısalttım

    Ben anılarımı bitirdiğim zaman Mina Hanım daha Dinazor kitabını
    bitirmemişti. Tabii benim anılarım kitaplaşmadığı için sen örneği kitaplaşmış olandan vermişsin.

    Zaten benden veya ondan, kimden okursan oku, ya da dinlersen dinle hep aynı Gülten'i ve Celal'i bulursun.

    Böyle insanlar yüz yılda bir gelir. Belki gelmez bile.

    YanıtlaSil
  3. Bana ilginç gelen de tam bu oldu zaten, Mina hanımın kitabını yıllar önce okumuştum, o zaman Celal ve Gülteni tanımıyordum, senin blogunda Gülten bölümü beni çok etkiledi, defalarca okudum. Geçenlerde Mina hanımın kitabına şöyle bir göz atarken Celal ve Gültenden bahsettiğini görünce eskdı dostları bulmuş gibi oldum,senin satırların sanki benim de dostum yapmıştı onları. Gerçekten böyle kişiler yüz yılda bir gelir ya da gelmez.Gültenin dans ederken ki fotoğrafı ise bir tablo kadar güzel.

    YanıtlaSil
  4. 25 Haziran 2005 tarihli Yarımada Gazetesi'nde, "Bir Hanım Bana Gülümsedi" başlıklı yazımda Mina Hanımı anlatırken gene Gülten ve Celal'den bahsettim ve aynı yazıyı blogun 24.2.27 bölümünde kullandım.

    YanıtlaSil
  5. Şu anda okumakta olduğum Hıfzı V. Velidedeoğlu'nun Milli Mücadele Anılarım adlı eserinde (İstanbul, 1983) Samizade Süreyya Bey ile ilgili şöyle bir bilgi geçiyor, sizinle de paylaşmak isterim: "Bu vatansever yazarın [Babalık gazetesi başyazarı Samizade Süreyye Berkem bey kastediliyor), 1968'de çok soğuk, tipili bir günde Ayvalık'ın Alibey adasında özel yardımlarla geçinir bir durumda iken, yaşama gözlerini yumduğunu, cenazesinin sekiz-on kişilik bir cemaatle kaldırılabildiğini, cenazesinde bulunan kitapçı, sayın Ahmet Yorulmaz'dan aldığım bir mektuptan öğrenince milletim adına çok üzüldüm." (95. sayfa, dipnot)
    Serhat

    YanıtlaSil
  6. Serhat Bey, Önce, anılarımı okuduğunuz için ve sonra Süreyya Bey ile ilgili satırlarınız için çok teşekkür ederim. Süreyya Bey emekli olduktan sonra Alibey Adası'na gitti. Bunu tutku halinde istiyordu. O yıllarda eşi Calibe Berkem, diplomat Yavuz Gör'le evli olan kızı Ayten Gör'ün yanında Washington'daydı. Diğer kızı Gülten Akbay ise gene diplomat olan eşi ile yurtdışındaydı. Yani Süreyya Bey Ankara'da yalnızdı. Biz annemle çok sık giderdik. Gece oturmasına. Bize çok güzel şeyler anlatırdı. Zevkle dinlerdik. Yanında bir bakıcı hanım vardı. Alibey Adası'na da o hanımla beraber gitti. Çünkü artık yaşı gereği bakıma ihtiyacı vardı. Orada vefat etti. Tabii Süreyya Bey'i orada kimse tanımıyordu. Onun için cenazesine az sayıda insan gelmişti. Eğer Ankara'da ölmüş olsaydı Dışişleri Bakanlığı, her diplomatına yaptığı gibi ona da bir tören yapardı. Hıfzı V. Velidedeoğlu'nun hassasiyetini çok iyi anlıyorum. Ama ne yazık ki insanlarımız, Samizade Süreyya Bey gibi değerleri tanımıyor. Acaba kaç kişi onun Konya'da Babalık gazetesi çıkardığını biliyor? Ben sadece bir kişi tanıdım. Tekirdağ, Namık Kemal Üniversitesi Öğretim Görevlisi Cahit Kahraman. O da sizin gibi benim anılarımdan yola çıkarak, beni aradı, buldu. hatta Üsküdar'daki evime kadar geldi. Biliyor musunuz o Babalık Gazetesi'ni matbaası ile beraber Almanlar aldı ve memleketlerine götürdü. Acaba bunu Türkiye'de kaç kişi biliyor. Evet, yalnız bu konuda değil daha pek çok konuda yazacak çok şey var ama ben 'Yorum'un sınırlarını aşmamak için sözü burada noktalamak istiyorum. İlginize tekrar Teşekkür ederim Serhat Bey.

    YanıtlaSil
  7. Anılarınıza, size hayran kaldım.
    Keşke herkes sizin gibi yazsa...
    Tebrik ederim

    YanıtlaSil