Sicill - i Ahval Defterleri, Nu. 55, s.15'ten öğrendiğime göre :
"18 Yaşındayken (1871) Dahiliye Kalemi'nde göreve başlamış, 1872 senesinde Bab - ı Ali Evrak Odası'na nakledilmiş, sırasıyla 1890 senesinde Bab - ı Ali Evrak Odası Mümeyyiz - i saniliğine, 1891 senesinde Mümeyyiz - i evvelliğine ve 1904 senesinde de 6 bin guruş maaşla Bab - ı Ali Evrak Müdürlüğü'ne tayin edilmiş.
Dördüncü, üçüncü ve ikinci derecelerden Mecidi nişanları, Yunan Muharebe Madalyası ile üçüncü ve ikinci rütbelerden Nişan - ı Ali Osmani almış. 1328 (1912) senesinde ise Surre - i Hümayun Emaneti'ne tayin olmuş."
Annemin dilinden düşürmediği Mehmet Ali bey dayı (Annem Ali bey dayı derdi) çocukları çok severmiş. Bayramdan bayrama yapılan ziyaretlerde annemi dizine oturtur, önce öper (hem de biraz canını acıtarak öper) sonra kese içinde para verirmiş. Ama bunu yalnız anneme değil, ailenin tüm çocuklarına yaparmış.
Annem dayısı ile ilgili çok şey anlatırdı. Bunlar, genelde, Surre Emaneti'ne ait öykülerdi. Doğal olarak anlattıklarının çoğu aklımda kalmadı. Yanlış bir şey yazmamak için, her zaman yaptığım gibi gene ansiklopedilere baş vurdum.
Surre (veya Sürre), Surre - i Hümayun, Surre Emini ve Surre Alayı, hakkında Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü III Mehmet Zeki Pakalın, İkinci Basılış, M.E.B. Devlet Kitapları, I. Fasikül. Milli Eğitim Basımevi - İstanbul 1971, s. 280 - 285 şunları yazıyor :
"Surre: ...Arapça para kesesi demektir. Osmanlı Hükümeti tarafından her sene hac mevsiminde Haremeyn (Mekke ile Medine) ehalisine gönderilen para hakkında da bu tabir kullanılırdı. Paralar keselere konulduğu için bu tabir meydana gelmiştir.
Surre-i Hümayun: Hac münasebetiyle Haremeyn'e gönderilen para ve hediyeler hakkında kullanılır bir tabirdir.
Surre Emini: Surre-i Hümayun, "Surre Emini" adı verilen dindar ve namuskarlıkla tanınmış devlet adamlarından birinin idaresinde gönderilirdi. Surre Emini, emanetleri alakalılara dağıttıktan sonra hac farizasını da eda eyler ve İstanbul'a dönerdi.
Surre Alayı: Surre-i Hümayun'un, Haremeyn'e (Mekke ile Medine'ye) gönderilmesi münasebetiyle yapılan merasim hakkında kullanılan bir tabirdir. Surre yahut resmi tabiriyle Surre - i Hümayun Osmanlılarda ilk defa Çelebi Sultan Mehmet zamanında gönderilmiş, fakat her sene muntazaman gönderilme adeti Hadim - ül - Haremeyn - iş - Şerifeyn unvanını alan Yavuz Sultan Selim ile başlamıştır.
Bu merasim epeyce bir zaman evvelinden başlar. Evkaf Nezareti, bir Surre Emini intihap ederdi. Emin tayin edildikten sonra gönderilecek para, altın ve gümüş meskukat şeklinde, gayet kavi torbalara yerleştirilir, bağlanır, mühürlenir ve kıymettar hamule bir deveye yüklenirdi.
Asıl merasimin kahramanı bu deve idi. Bittabi deve en yakışıklı, en gösterişli olanlardan seçilir ve ne kadar mümkünse o kadar donatılır, süslenirdi.
Hac mevsimi yaklaşırken, her sene Mekke ile Medine'ye başlıca iki yerden deve yükleriyle hediyeler giderdi. Bunlardan en mühim olanı "Hadim - ül - Haremeyn - iş - Şerifeyn" sıfatını haiz Osmanlı Padişahı, diğeri de Mısır Hidivi idi.
Surre - i Hümayun merasimi eski İstanbul'un en meraklı manzaralarından birini teşkil eden, en tantanalı, en debdebeli merasimiydi.
Saray olsun, halk olsun buna fevkalade önem verirlerdi. Surre - i Hümayun, Şaban'ın on altıncı günü saraydan kalkardı. Devletin emektar, taltife şayan askeri, mülki veya ilmi ricali arasından seçilen ve Mahmil - i Hümayun'a ta Hicaza kadar refakat edecek olan zatla beraber o gün büyük üniformalarını giymiş olarak Mabeyn'e gelir, huzura çıkarlardı.
Biraz sonra makamat - ı mubarekeye, Mekke Emiri'ne, Hicaz Valisi'ne, Medine Muhafızı'na, Şeyh ül - hareme, Harem - i Şerif Müdürü'ne ve sair erkana mahsus hediyelerin bulunduğu sandıklar, Evkaf Nezaretinin tedarik ettiği bir devenin sırtına yüklenir, haremden saray bahçesine Kızlar Ağası marifetiyle çıkarılırdı. Bu esnada Padişah pencereye çıkar, Evkaf Nazırı ile Surre Emini de bahçeye, devenin yanına inerlerdi. Bu esnada, saray bahçesinde kurbanlar kesilir, buhurdanlar yakılır, tekbirler alınırdı.
Yıldız ve bazen de Dolmabahçe Saraylarının bahçelerinde yapılan bu merasim biter bitmez alay yola düzülürdü. Mahmil Kabataş'a gelince iskelede hazır bulunan araba vapuruna girer, bu esnada toplar atılır, surre uğurlanırdı. Üsküdar'da alay tekrardan, aynı veçhile teşekkül eder, yalnız bu sefer Üsküdar Mutasarrıfı ile Evkaf memuru ve liva erkanı da içine katılırdı. Çarşı boyunca seyre çıkmış kalabalığın arasından geçilerek Doğancılar meydanına çıkılır, oradan da biraz ötede bulunan Mutasarrıflık Dairesine, (Paşakapısı) gidilirdi.
Burada Mutasarrıf, surreyi makbuz mukabilinde teslim alır, jandarmaların muhafazası altında büsbütün sevkedileceği güne kadar saklanırdı. Böylece merasim de bitmiş olurdu.
1864 senesine kadar karadan katır ve develerle gönderilen surre, o tarihten itibaren denizden vapurla yollanmaya başlanmış ve Hicaz Demiryolu'nun yapılması üzerine de tren kullanılmıştır.
Surre - i Hümayun, Birinci Dünya Harbi'nde Hicaz'la irtibat kesilinceye kadar gönderilmiştir. Son Surre Emini Temyiz Mahkemesi Reisliği'nden tekaüt edilmiş ve bir aralık noterlik de yapmış olan eski Meşihat Müsteşarı Hacı Kamil Efendi'dir."
Yukarıdaki bilgilerin tümünü adı geçen Sözlük'ten aldım. Yalnız Sözlük'teki bilgilerin bir kısmı, bulunduğu vazife münasebetiyle alaya karışmış olan Mabeyn Başkatibi büyük edip Halit Ziya Uşaklıgil'in Saray ve Ötesi hatıralarına (c.3, s.55) ve Ercümend Ekrem Talu'nun Dünden Hatıralar Neşriyatı'na (7 Gün) dayanmaktadır.
***
Elimdeki Şecere'ye göre Mehmet Ali bey Fatma hanım ile evlenmiş. Yusuf ve Behire adında iki çocukları olmuş. Yusuf (Çapanoğlu) bey (ağabeyim ve ben ona çufçu dayı derdik), çomak teyzemin (Hayriye teyzemin) üvey kızı Mebrure hanım ile evlendi. (Çufçu dayı ile ilgili bilgi ve belgeleri Hayriye teyzemin bölümünde bulabilirsiniz). Behire hanım, Ecz. Hamdi Paşa'nın oğlu Ecz. Sabri Belgerden ile evlenmiş.
Behire hanımı çok iyi hatırlıyorum. Gençliğinde çok güzel bir hanımmış. Ben tanıdığımda hala güzeldi. Akıllı bir hanım olduğu söylenirdi. Güzel konuşurdu. Ender rastlanan bir hastalık sonucu, ileri yaşlarında, görme yetisini kaybetmişti. Hasan (Küner) adında bir bakıcısı vardı. Genelde kızı Nükhet ile otururdu. Gözleri görmediği halde, eline aldığı bir kumaşı parmaklarıyla yoklar hem kalitesini hem de fiyatını, doğru olarak, söylerdi. Behire hanıma aile içinde çok hürmet edilirdi.
***
Behire hanım ile Sabri beyin iki çocuğu vardı. Fikret ve Nükhet. Fikret ağabey, subaydı. Diş Tabibiydi. Ailenin soyadı Belgerden olduğu halde Fikret ağabeyin soyadı Emcioğlu idi. Çünkü Fikret ağabey Kars'tayken soyadı kanunu çıkmış. Nişantaşı'ndaki büyükleriyle haberleşememiş ve Farsça'da Em = İlaç, Emci = Ecza, Emcioğlu = Eczacıoğlu demek olduğu için Emcioğlu soyadını almış.
Fikret ağabey, görevli olarak Erzurum'da bulunduğu sırada İlkokul öğretmeni Atıfet (Baysal) hanımla evlenmişti. Bu evliliğin ilginç bir öyküsü var. Atıfet hanımın erkek kardeşi Dr. Nasuhi bey ile Fikret ağabey Erzurum'da aynı hastahanede çalışıyorlarmış. Atıfet hanım, Konya Muallim Mektebi'ni henüz bitirmiş ve kur'ada İzmir'i çekmiş. Ağabeyine bunu bildirdiğinde, Dr. Nasuhi bey, "İzmir'e gitme, buraya gel, seni bu hastahanenin Diş Tabibi ile evlendireceğim" demiş. Atıfet hanımın tüm itirazlarına rağmen Dr. Nasuhi beyin dediği olmuş.
***
Ciciannem, annem ve ben, bir yıl için, Ankara'ya Osman dayımlara gitmiştik. Bir gün, ansızın, Fikret ağabeyi karşımızda bulduk. Erzurum'dan İstanbul'a geçerken, büyükleriyle tanıştırmak için, karısını Ankara'ya getirmişti. Aile, Atıfet yengeyi çok beğendi ve çok sevdi.
Ben, o sırada, ilkokulun ikinci sınıfına gidiyordum. Atıfet yenge yazı defterimi görmek istedi. Tetkik ettikten sonra düzgün yazı yazmanın ön koşulunun birbirine paralel üç çizgi arasına yazmakla mümkün olacağını söyledi ve oturdukları süre zarfında bana alıştırma yaptırdı. Eğer bugün yazım düzgünse bunu Atıfet yengeye borçluyum.
***
Fikret ağabey ile Atıfet yengenin Taylan adında bir oğulları oldu. Taylan, İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'ni bitirdi. Bugün, kağıt ticareti yapan çok başarılı bir iş adamı.
Fikret ağabeyler Nişantaşı'nda otururlardı. Ciciannemle veya annemle onlara yatıya giderdik. Çocukluğumun güzel anılarıdır. Taylan, "babam seni çok severdi, sabahları seni öperek uyandırırdı" diyor. Çocuk gözüyle böyle görmüş olmalı. Yoksa Fikret ağabey herkesi çok severdi.
Atıfet yenge ise, her vesile ile, "kocamın ailesini çok severim" derdi.
Evlatlıkları Gülşen en iyi arkadaşımdı.
***
Atıfet yengelerin Çengelköy'ün tepesinde bir çiftlikleri vardı. Bu çiftlik çocukluğumun bir başka güzel anısıdır. Aradan bunca yıl geçti. Doğal olarak bazı şeyleri unutmuşum. Taylan'a sordum. O da anlattı: "Annem Atıfet, Dağıstanlı liderlerden Hacı Murat'ın 4. göbekten torunu, baytar Hüsnü beyin kızı. Hüsnü bey Şap hastalığının ilacını bulan bir baytar. Annemler 6 kardeştiler. Melahat, Rüknettin, Sadrettin, Nasuhi, Atıfet ve Bedia."
Bedia'yı çok iyi hatırlıyorum. Çok hoş bir kızdı. Kandilli Kız Lisesini bitirmişti. Beden Eğitimi öğretmeniydi. Ömer Tüzün ile evlendi. Yasemin adında bir kızları oldu. Bedia şimdi hem emekli hem de anneanne olmanın tadını çıkartıyor.
Taylan, Sadrettin beyin de Kamil adında bir oğlu olduğunu söylüyor ve anlatmaya devam ediyor:
"Çiftlik, Çengelköy'ün tepesinde, Talimhane denilen yerdeydi. Zamanında Kuleli Askeri Lisesi orada talim yaparmış. Onun için oraya Talimhane denirmiş. 55 dönümlük bir arazi idi. 10 inek, 50 koyun, 100 - 150 kümes hayvanı, 30 civarında tavşan vardı. 20 metre derinliğindeki 3 büyük kuyudan çıkrıkla su çekilirdi. Badem denilen meşhur Çengelköy salatalığı yetiştirilirdi. Tahıl yapılırdı. Meyve ağaçları vardı."
Evet! Bir zamanlar İstanbul'un ortasında böyle çiftlikler vardı.
Taylan'a, "nasıl giderdik" diye sordum. "Çengelköy Mezarlığının yanındaki arnavut kaldırımlı yoldan, yukarı çıkılırdı" dedi. "Ne mesafedeydi" dedim. "2 - 3 kilometre" dedi. "O kadar yürür müydük" dedim. "Yürürdük" dedi. Şaştım. Hem de yakıcı güneşin altında. Çünkü yazın giderdik. Ciciannem her gittiğinde beni de götürürdü. Bir hafta kalırdık.
***
Sabahın erken saatinde horozun sesi ile uyanırdım. Koşarak aşağıya inerdim. Kahvaltı sofrasında neler yoktu ki. Henüz sağılmış ılık süt, folluktan alınmış sıcacık yumurta, tereyağ, bal, reçel, meyve ve ev ekmeği.
Ah! Pipiri adındaki o kocaman köpek olmasaydı. Ya arılar... Ama parmak büyüklüğündeki ekşi karadutların hatırına Pipiri'ye de arılara da katlanırdım.
Yengemin annesi Hayriye hanım evimize dönerken yanımıza çeşit çeşit yiyecekler verirdi. O zamanın insanları hem yemesini, hem yedirmesini çok severdi.
Taylan o kadar güzel anlatıyordu ki tam ona, "beni bir gün çiftliğe götürür müsün" diyecektim ki, birden 1938'de değil, 1999'da olduğumuzu hatırladım. Doğal olarak soruyu bugünün koşullarına göre sordum. "Şimdi o çiftliğin yerinde ne var" dedim. "OR - ME Yapı Kooperatifi Konutları" dedi.
***
Taylan, ilk evliliğini Zeynep (Erkut) ile yaptı. Zeynep kolej mezunu çok cici bir kızdı. Çok başarılı çalışma hayatı oldu. Çok iyi yerlerde, çok önemli kişilerle çalıştı.
Taylan'la olan evliliği bitmiş olmasına rağmen bizi hiç bırakmadı. Özellikle beni. 1983'de yerleşmek üzere İstanbul'a geldiğimde bana iş arayan üç insandan biri oldu. Çok saygın iş adamlarıyla görüşmemi sağladı. Nerede olsam beni arar bulur. Hatırımı sorar. Ben de ona hala "gelinim" muamelesi yaparım.
Taylan şimdi Saadet Sun ile evli.
***
Taylan'la Zeynep'in Erkut adında bir oğulları oldu. Erkut, Strasbourg'da Hukuk ve Science Politic tahsil etti. Sonra Paris'te "Avrupa Birliği Hukuku" konulu Master yaptı. Daha sonra gene Paris'te Avrupa Birliği ve Türkiye: Hukuki Sorunlar (Gümrük Birliği, Serbest Dolaşım, Rekabet Kuralları) üzerine Doktora yaptı.
***
Erkut, Ağustos 1999'da, Bay Rüdiger ve Bayan Fanny Frey'in kızları Astrid ile evlendi. Astrid, Uluslararası Hukuk tahsil etmiş, "Avrupa Birliği Hukuku" konusunda Master yapmakta olan gencecik bir Fransız güzeliydi. Birbirlerine çok yakışıyorlardı. Düğün İstanbul'da, Kuruçeşme Divan'da yapıldı. Astrid'in Fransa'dan çok sayıda akrabası geldi. Düğüne yalnız Astrid'in akrabaları değil, Amerika'dan Japonya'ya kadar Erkut'un arkadaşları da geldi. Ben ne yazık ki Bodrum'daydım ve bacaklarımdaki kireçlerim yüzünden düğüne gidemedim.
Bu çok güzel ve de çok ilginç düğünü birçok kişiden dinledim. Ama şimdi Taylan'dan dinlemek istiyordum. “Astrid Protestandı ve babası papazdı. Bu nedenle dini bir tören yapılmasını istiyorlardı. "Mademki onlar protestan nikahı kıyacaklar biz de dini nikah kıyarız" dedim. Onlarınki bize, bizimki de onlara ilginç gelebilirdi. Erkut, "Astrid'in babası bir din adamı olduğu için onların dinine göre dini nikah yapabiliyor. Bizim adetlerimize göre dini nikahı kıyacak olan kişinin ille de imam olması gerekmiyor sen de kıyabilirsin" dedi. Kabul ettim.
Salona Bay Frey ve ben önde, damat ile gelin arkada girdik Bize ayrılan yere oturduk ve önce protestan usulüne göre dini tören yapıldı. Bu tören 25 dakika sürdü. Bu sırada yakın dostumuz olan genç bir keman sanatçısı kızımız, bir piyanist eşliğinde klasik müzik icra etti. Sıra bana geldiğinde, dini nikahı ben kıyacağım için babalık sıfatımı vekaleten Erkut'un doğumunu yapmış olan ailemizin büyüklerinden çok değerli amcam Dr. Oktay C. Akkent'e vermek istediğimi söyledim.
Benim bu ricam üzerine Oktay amcam babalık görevini vekaleten kabul ettiğini söyledi ve çok anlamlı bir konuşma yaptı. Ben de bunun üzerine ayet ve sureleri sevgili Atatürk'ümüzün arzusuna göre olması için Türkçe okuyacağımı söyledim. Dua'ya esirgeyen ve affeden yüce Allahın adıyla başladım. Şahitlerin şahadetleri, babaların muvafakatleri ile Erkut ile Astrid'i İslam geleneklerine göre karı - koca ilan ettim. Bu tören yaklaşık 10 dakika sürdü. Bu sırada bir neyzen tasavvuf müziğinden eserler çaldı.
Dini tören bittikten sonra bir kokteyl verildi. Bu sırada canlı müzik çalındı. Daha sonra yemek yenildi. Yemek sırasında da dört sazende ve iki hanendeden oluşan fasıl heyeti tarihi Türk Müziği icra etti. Bu sırada eşim Saadet Sun ve sanatçı olan dostlarımız sahneye çıkıp şarkılar söylediler ve topluca fasıl yapıldı. Yemek böylece sona erdi.
Seçimini Erkut'un yaptığı parçalar eşliğinde misafirler dans ettiler. Hayatlarında hiç böyle değişik bir düğün görmemiş olan Fransız, İspanyol, Japon ve Alman misafirler büyülendiklerini söylediler. “
***
Bir Pazar sabahı Taylan ve Saadet'in Caddebostan'daki evlerine gittim ve gördüklerim karşısında çok duygulandım. Taylan'ın evi, büyüklerinden kendisine intikal etmiş eşyalarla doluydu. Meğer, Mehmet Ali beyin ölümünden sonra karısı Fatma hanım tüm belge, nişan, fotoğraf ve hatıra eşyaları kızı Behire hanıma, Behire hanım da kızı Nükhet hanıma, Nükhet hanım da yeğeni Taylan'a vermiş. Tabii burada en çok Fatma hanımı kutlamak lazım. Elindeki tarihi değerleri yok etmemiş.
Ben Taylan'ı da kutluyorum. Aile sevgisi, tarih sevgisi, biriktirme sevgisi, eline geçeni değerlendirme sevgisi olan insanlara büyük saygım var. Duvarlar, aile büyüklerinin resimleri, nişanları, el yazmaları ile doluydu. Masaların üzerinde nadide eserler duruyordu. Asıl ilginci aile şeceresini çerçeveletmiş ve salona asmıştı.
Nescafé’lerimizi, mor üzerine ortası çiçekler, nü'ler ve meleklerle resimlenmiş, yüz yıllık, fincanlarda içtik. Çoğumuzun evinde sadece vitrinde süs eşyası olarak duran o eski eserlerin günlük hayatta kullanılması gerçekten keyif vericiydi.
***
Duvarda asılı bir cüz kesesi gördüm. Öyküsünü Taylan'dan dinledim: “Babaannem Behire hanımın babası, Bab - Ali Evrak Müdürü Mehmet Ali Bey, Harameyn'e (Mekke ve Medine'ye) Surre Emini olarak giderken ailesini de beraber götürmüş. Orada uzun bir süre kalmışlar. Bu nedenle Babamı ve ilk kez okula başlayacak olan halamı Mekke'de okula vermiş. İşte bu gördüğün, halam Nükhet hanımın, cüz kesesi” dedi ve bana kesenin içindeki alfabeyi gösterdi. Nükhet abla 1910 doğumlu. Beş yaşındayken okula başlamış olsa, yaklaşık 85 yıllık bir nesne idi bu cüz kesesi. Ne bordo kadifenin rengi solmuş, ne de üzerindeki süsler kararmıştı.
***
Taylan'dan çok sayıda fotoğraf aldım. Renkli fotokopilerini yaptırdım. Bir kısmını burada, bir kısmını da Mehmet Ali beyin kızkardeşi Mürşide hanımı anlatırken kullandım.
Anı yazarken fotoğraf koymanın gereğine inanıyorum. Çünkü insan okuduğu kimseyi merak ediyor. Ben ediyorum. Örneğin Kenize Murat "Saraydan Sürgüne" adlı kitabında annesi Selma Hanım Sultan'ı 450 sayfalık kitabında uzun uzun anlatmış ama hiç resmini koymamıştı. Murat Bardakçı'nın Son Osmanlılar kitabında Sultan'ın resmini gördüm de meraktan kurtuldum.
***
Nükhet abla, Kemal Gezen ile evlendi. Kemal bey Devlet Demiryolları'nda çalışıyordu. Herhalde önemli bir görevi vardı. Çünkü İstanbul'a tayin olduklarında Haydarpaşa Garı'nın üstündeki lojmanda otururlardı.
O yıllarda trenin hayatımızda çok önemli bir yeri vardı. Gar; trenleri, peronları, hamalları ve yolcularıyla hem ürkütücü hem de ilgi çekici bir mekandı.
Gar'ın üzerinde yükselen görkemli binayı hayranlıkla seyrederdim. Gar binası günün hemen her saatinde hareketli olurdu. Gar'dan çıkanlar vapura, vapurdan çıkanlar Gar'a koşardı.
Bir zamanlar Kadıköy ile Haydarpaşa arasında kayıklar çalışırdı. Şimdiki dolmuşlar gibi. İnsanlar Kadıköy'de kaçırdıkları vapuru Haydarpaşa'da yakalardı. Güngör Denizmen, o kayıkçıların Çankırılı olduklarını söylemişti. Taylan da doğrulamıştı. Üstelik yüzme de bilmezlermiş.
Ne işi vardı Çankırılı'nın İstanbul'da? Demek ki göç, Türkiye'de yeni bir olgu değildi. Acaba o Çankırılı kayıkçılar şimdi nerede?
(Ben bu soruyu yıllar önce sormuştum ve bugüne kadar da hiç kimseden bir
yanıt alamamıştım. Ama çeyrek asır sonra bugün, Çankırılı Ahmet Alagöz’den öğrendiğime göre, o kayıkçılar memleketlerine dönmemişler, İstanbul'da kalmışlar, bakır işlerinde çalışmışlar. Hatta İstanbul'a, Ankara'ya, İzmir'e yerleşerek kuru yemişçilik yapmışlar).
***
Biz o tarihlerde Kadıköy'de oturuyorduk. Ve Nükhet abla ile Kemal enişteye çok sık giderdik. Çünkü Kemal enişte çok sevecen bir insandı. Bizi ısrarla davet ederdi. Uzaktan gördüğüm o görkemli binanın içine girmek, geniş merdivenlerinden yukarı çıkmak, yüksek tavanlı, büyük pencereli kocaman salonunda, içinde kaybolduğum koltuklarında oturmak, hoşuma giderdi.
Bugün, ne zaman Haydarpaşa'ya baksam, o günleri hatırlar, biraz hüzünlenirim.
Bir Pazar sabahı Taylan ve Saadet'in Caddebostan'daki evlerine gittim ve gördüklerim karşısında çok duygulandım. Taylan'ın evi, büyüklerinden kendisine intikal etmiş eşyalarla doluydu. Meğer, Mehmet Ali beyin ölümünden sonra karısı Fatma hanım tüm belge, nişan, fotoğraf ve hatıra eşyaları kızı Behire hanıma, Behire hanım da kızı Nükhet hanıma, Nükhet hanım da yeğeni Taylan'a vermiş. Tabii burada en çok Fatma hanımı kutlamak lazım. Elindeki tarihi değerleri yok etmemiş.
Ben Taylan'ı da kutluyorum. Aile sevgisi, tarih sevgisi, biriktirme sevgisi, eline geçeni değerlendirme sevgisi olan insanlara büyük saygım var. Duvarlar, aile büyüklerinin resimleri, nişanları, el yazmaları ile doluydu. Masaların üzerinde nadide eserler duruyordu. Asıl ilginci aile şeceresini çerçeveletmiş ve salona asmıştı.
Nescafé’lerimizi, mor üzerine ortası çiçekler, nü'ler ve meleklerle resimlenmiş, yüz yıllık, fincanlarda içtik. Çoğumuzun evinde sadece vitrinde süs eşyası olarak duran o eski eserlerin günlük hayatta kullanılması gerçekten keyif vericiydi.
***
Duvarda asılı bir cüz kesesi gördüm. Öyküsünü Taylan'dan dinledim: “Babaannem Behire hanımın babası, Bab - Ali Evrak Müdürü Mehmet Ali Bey, Harameyn'e (Mekke ve Medine'ye) Surre Emini olarak giderken ailesini de beraber götürmüş. Orada uzun bir süre kalmışlar. Bu nedenle Babamı ve ilk kez okula başlayacak olan halamı Mekke'de okula vermiş. İşte bu gördüğün, halam Nükhet hanımın, cüz kesesi” dedi ve bana kesenin içindeki alfabeyi gösterdi. Nükhet abla 1910 doğumlu. Beş yaşındayken okula başlamış olsa, yaklaşık 85 yıllık bir nesne idi bu cüz kesesi. Ne bordo kadifenin rengi solmuş, ne de üzerindeki süsler kararmıştı.
***
Taylan'dan çok sayıda fotoğraf aldım. Renkli fotokopilerini yaptırdım. Bir kısmını burada, bir kısmını da Mehmet Ali beyin kızkardeşi Mürşide hanımı anlatırken kullandım.
Anı yazarken fotoğraf koymanın gereğine inanıyorum. Çünkü insan okuduğu kimseyi merak ediyor. Ben ediyorum. Örneğin Kenize Murat "Saraydan Sürgüne" adlı kitabında annesi Selma Hanım Sultan'ı 450 sayfalık kitabında uzun uzun anlatmış ama hiç resmini koymamıştı. Murat Bardakçı'nın Son Osmanlılar kitabında Sultan'ın resmini gördüm de meraktan kurtuldum.
***
Nükhet abla, Kemal Gezen ile evlendi. Kemal bey Devlet Demiryolları'nda çalışıyordu. Herhalde önemli bir görevi vardı. Çünkü İstanbul'a tayin olduklarında Haydarpaşa Garı'nın üstündeki lojmanda otururlardı.
O yıllarda trenin hayatımızda çok önemli bir yeri vardı. Gar; trenleri, peronları, hamalları ve yolcularıyla hem ürkütücü hem de ilgi çekici bir mekandı.
Gar'ın üzerinde yükselen görkemli binayı hayranlıkla seyrederdim. Gar binası günün hemen her saatinde hareketli olurdu. Gar'dan çıkanlar vapura, vapurdan çıkanlar Gar'a koşardı.
Bir zamanlar Kadıköy ile Haydarpaşa arasında kayıklar çalışırdı. Şimdiki dolmuşlar gibi. İnsanlar Kadıköy'de kaçırdıkları vapuru Haydarpaşa'da yakalardı. Güngör Denizmen, o kayıkçıların Çankırılı olduklarını söylemişti. Taylan da doğrulamıştı. Üstelik yüzme de bilmezlermiş.
Ne işi vardı Çankırılı'nın İstanbul'da? Demek ki göç, Türkiye'de yeni bir olgu değildi. Acaba o Çankırılı kayıkçılar şimdi nerede?
(Ben bu soruyu yıllar önce sormuştum ve bugüne kadar da hiç kimseden bir
yanıt alamamıştım. Ama çeyrek asır sonra bugün, Çankırılı Ahmet Alagöz’den öğrendiğime göre, o kayıkçılar memleketlerine dönmemişler, İstanbul'da kalmışlar, bakır işlerinde çalışmışlar. Hatta İstanbul'a, Ankara'ya, İzmir'e yerleşerek kuru yemişçilik yapmışlar).
***
Biz o tarihlerde Kadıköy'de oturuyorduk. Ve Nükhet abla ile Kemal enişteye çok sık giderdik. Çünkü Kemal enişte çok sevecen bir insandı. Bizi ısrarla davet ederdi. Uzaktan gördüğüm o görkemli binanın içine girmek, geniş merdivenlerinden yukarı çıkmak, yüksek tavanlı, büyük pencereli kocaman salonunda, içinde kaybolduğum koltuklarında oturmak, hoşuma giderdi.
Bugün, ne zaman Haydarpaşa'ya baksam, o günleri hatırlar, biraz hüzünlenirim.
Surre Alayı Harameyn'de. Ortada oturan Mehmet Ali Bey. |
Mehmet Ali Bey'in sümeninin kapağı. Açtığınız zaman içinden kanatları olan bir dosya çıkıyor. |
Behire Hanım. Bab-ı Ali Evrak Müdürü Mehmet Ali Bey'in kızı Ecz. Sabri (Belgerden) Bey'in hanımı, Fikret (Emcioğlu) ve Nükhet (Gezen'in) anneleri. |
Fikret Emcioğlu (1906-1960) |
Nükhet (Gezen) (1910-1975) |
Fikret Ağabey, bu resmi anneannem Ayşe Sıdıka Hanım'a göndermiş. "Kars'tan Medeni, Erzincan'dan ben" demiş. Tarih: 24.10.1929 (Medeni benim amcam. Dr. Medeni Akkent) |
Atıfet Yenge (1910-1993) Fikret Ağabey kendi çektiği nişanlısı Atıfet Hanım'ın resmini, dayım Osman Maskar'a göndermiş. Erzincan, 21.05.1932 |
Fikret Ağabey ile Atıfet Yenge'nin evlenme cüzdanı. Burada ilginç olan kendi aralarında yaptıkları hususi mukavele. |
Fikret Ağabey Atıfet Yenge ile evlendikten sonra bir otomobil satın almış. 13 Mayıs 1933, Erzincan. |
Rüdiger Frey ve Taylan Emcioğlu. Astrid ile Erkut'un dini nikahlarının kıyılacağı Kuruçeşme Divan'ın salonundan içeri giriyorlar. |
Astrid ve Erkut. |
Taylan dini nikah kıyıyor. Sağ yanında Dr. Oktay C. Akkent, sol yanında Rüdiger Frey ve tanıklar. Arka sırada neyzen oturuyor. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder