Ciciannemden dinlediğim kadarıyla, Arif Paşa'nın torunu Fevzi bey ile evlenmiş. Üsküdar'da Doğancılar Parkı'nın tam karşısındaki bir konağa gelin gitmiş. Arif Paşa Kırk Anahtarlar'danmış. Her aybaşı, faytona biner, kapı kapı dolaşıp kira toplarmış. Her paşa torunu gibi Fevzi beyin de işi yokmuş.
Refia teyze ile Fevzi beyin 1908 yılında bir oğulları dünyaya gelmiş. Adını Saadettin koymuşlar. Saadettin ailenin ilk torunuymuş. Refia teyzenin anneannesinin adı Saadet. Eğer kız olsaymış "Saadet" koyacaklarmış. Erkek olunca "Saadettin" demişler.
***
Refia teyzem çok akıllı bir hanımmış. Eşinin bir mesleği olmadığı, çalışmadığı, geçimini toplanan kiralarla sağladığı için oğlunun geleceğini garantiye almak amacıyla konakta bir dikiş atölyesi kurmuş.
Annemler bu atölyenin Türkiye'nin ilk Türk Terzi Atölyesi olduğunu söylerdi. Hatta teyzemin makastarı, sonradan meşhur olan, Güzide hanımmış.
Güzide hanımla yapılan bir söyleşiyi izlemiştim. Teyzemden hiç söz etmemiş, sanki atölyeyi kendisi kurmuş gibi Türkiye'nin ilk terzisi olduğunu anlatmıştı. Güzide hanım hep böyle bilindi.
***
Saadettin, yedi yaşındayken tifo olmuş. Çok iyi bakılmış. İyileşmiş. Fakat oğlundan tifoyu kapan Refia teyzem, çok iyi bakılmasına karşın 32 yaşında ölmüş.
Ben, Fevzi beyi tanıdım. Ortaokul öğrencisiydim. İlerlemiş yaşına rağmen yakışıklı bir erkekti. Son derece terbiyeliydi. Üsküdar'a cicianneme uğrar, bir kahve içer giderdi. Bir keresinde kahveyi ben getirdim. Fincanı alırken ayağa kalkmıştı.
***
Refia teyzem eşini çok sevmiş olmalı. Çünkü Fevzi bey askere gittiğinde, teyzem kocası ile paylaştığı karyolada bir gün bile yatmamış. Başka bir odada, başka bir yatakta uyumuş. O zamanın askerliği de oldukça uzun sürermiş.
Refia teyzem ölünce anneannemler Saadettin'e hemen sahip çıkmamışlar. Babayı oğuldan, oğulu babadan ayırmak istememişler. Ama Saadettin bunu idrak edecek yaşta değilmiş. "Niye beni yanlarına almıyorlar" diye çok üzülürmüş. Bunu hisseden anneannem, Fevzi bey ve ailesine teklif etmiş. Onlar da kabul etmişler. Saadettin bizim yanımıza gelmiş.
***
Ağabeyim ve ben, anne tarafımızın erkeklerine "dayı" deriz. Saadettin dayım 67 yaşında öldü. Ölene kadar, sadece 7 yıl birlikte olduğu annesini sanki 67 yıl birlikte olmuş gibi anlatırdı. Ve her mutsuz anında, "talihim olsaydı anam hayatta olurdu" derdi.
Refia teyzemin ısrarı ile St.Joseph'de tahsil hayatına başlayan Saadettin dayım, annesinin ölümünden sonra, okul masraflarının arttığı bahanesiyle, Fevzi bey
tarafından bu okuldan alınmış, bir mahalle mektebine verilmiş. Dayım, tüm yaşamı boyunca bunun üzüntüsünü çekmiştir. Halbuki çok başarılı bir öğrenciymiş. St.Joseph'de sadece iki yıl okumuş olmasına karşın iyi Fransızca bilirdi. Bunun nedenini sorduğumda çok iyi gramer öğrettiklerini söylerdi.
***
Saadettin dayım cicianneme "Rınga" derdi. Ve onu aşkla severdi. Ciciannem de onu. Eminönü'nde çalışır, Okmeydanı'nda oturur, ama Üsküdar'daki Rınga'sının bir dediğini iki etmezdi.
Saadettin dayım çok hassastı. Bir erkeğin olamayacağı kadar çok hassastı. Bu hassasiyeti onu hiçbir konuda mutlu etmedi.
***
Dayım, ondokuz yaşındayken, olağanüstü bir aşkla sevdiği Semiha ile evlenmiş. Kalp hastası olduğunu bile bile. Ve Semiha’nın evlenmelerinin doğru olmayacağını ısrarla söylemesine rağmen.
Herhalde altı veya yedi yaşlarındaydım. Kadıköy'de, Yeldeğirmeni'nde, bir apartmanın en üst katında oturuyorduk. Asansör yoktu. Bu nedenle bize pek gelemiyorlardı. Geldikleri bir gün, Saadettin dayım yengemi yukarıya kadar kucağında taşımıştı.
Etkilenmemek mümkün mü?
O yaştaki bir çocuğun ok gibi kalbine giren bir görüntü. Bu görüntü genç kızlığa namzet olduğum yaşlarda kurduğum hayallerimi de süslerdi. Okuduğum romanların da etkisiyle, kucaklarda taşınır, veremden ölür, bir leylak ağacının altına gömülürdüm.
Acaba Leylaklar Altında romanını kim yazmıştı? Okuduğumu hatırlıyorum da kimin yazdığını hatırlamıyorum.
Semiha yenge çok zarif ve çok ince ruhlu bir hanımdı. Ayrıca ciciannem; genç, yakışıklı, ele - avuca sığmaz Saadettin'i yattığı yerden idare ettiği için de yengemi çok akıllı bulurdu.
***
Yengemin Sabahat adında bir yeğeni vardı. Sabahat, aslanlar gibi genç ve güzel bir kızdı. Çoğunlukla yengemlerde kalırdı. Çünkü hem evin hem de yengemin işini görecek birine ihtiyaç vardı. Sabahat her iki hizmeti de çok güzel yapardı. Ne zaman gitsek yengemi ütülü çarşaflar, işlemeli yastıklar ve tertemiz gecelikler içinde bulurduk.
Semiha yenge, ölmeden önce, kocasına, yeğeni Sabahat ile evlenmesini vasiyet etmiş. Bunu Sabahat'e de söylemiş.
Sabahat, teyzesinin bu vasiyetini kabul etmek istememiş. Çünkü eniştesine hep "ağabey" gözü ile bakmış. Dayım için de çok zor bir kararmış. Çünkü o da Sabahat'i "yeğeni" gibi görüyormuş.
Ama sonunda dayım ve Sabahat, belki her iki ailenin telkini, belki de ısrarı ile bu vasiyete "peki" demişler.
***
Dayım, yengemin vefatından sonra Adana'ya gitmişti. Orada çalışıyordu. Ciciannem, Sabahat'i kendi kızı gibi çeyizledi. Adana'ya götürdü. Ev tuttu. Yerleştirdi.
Nikaha birkaç gün kala, belki bir gün kala, belki de nikah günü, dayım vazgeçti.
Ciciannem, Sabahat'i çeyizi ile birlikte İstanbul'a geri getirdi. Bütün aile çok üzüldü. Ama en çok ciciannem üzüldü. Yıllar sonra bana o üzüntü ile ay halinden kesildiğini söylemişti.
Sabahat ne oldu? Galiba evlendi. Mutlu oldu mu? Bilmiyorum. Acaba o kabustan nasıl kurtuldu? Kurtuldu mu? Bilmiyorum.
Dayım, o hassas dayım, acaba nasıl çözdü içindeki düğümü ? Çözebildi mi? Onu da bilmiyorum.
***
İkinci eşi İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ'ın yeğeniydi. Galiba dayımı çok fazla sevdi. Bu birçok kıskançlıklara neden oldu. Sonunda boşandılar.
Üçüncü evliliğini Mürüvvet Pirge ile yaptı. Zeynep adında bir kızları oldu.
***
Saadettin dayım, her evliliğini bitirdiğinde bizim yanımıza gelirdi. Onun için benim dayımla olan beraberliğim uzun sürdü. Birbirimizi çok severdik. Ne zaman İstanbul'a gelsem beni İstanbul'un hududunda karşılar, doğru evine götürürdü.
Dayım güzel Türkçe konuşurdu. Konuşurken kendini dinletirdi. Cumhuriyet Gazetesi okurdu. Nadir Nadi'ye, Doğan Nadi'ye ve özellikle Burhan Felek'e hayrandı.
Güzel yemek yemesini, güzel içki içmesini bilirdi. Son lokması ile son yudum rakısını aynı anda bitirirdi. Çok hayranlık duyardım. Çünkü, benim ya yemeğim artardı ya da rakım.
***
Ankara'dan Üsküdar'a gelişlerimde ciciannem, "Saadettin, Olcay'a külbastı yedirelim" derdi. Mangal yakılır, kasabın özenle hazırladığı kekik kokulu et aynı özenle pişirilir, üstü kapaklı, içi ve dışı kalaylı, bakır sahana konur, törenle sofraya getirilir, afiyetle yenirdi.
Dayımın üç tane kasabı vardı.
Eminönü'ndekinden bifteği, Kurtuluş'takinden pirzolayı, Pangaltı'dakinden de kıymayı alırdı. O kuşak, orta halli veya zengin, her zaman, yemesini ve içmesini iyi bildi. Şimdilerde olduğu gibi yemek ayak üstü acele ile değil sofrada oturarak adabı ile yenilirdi. Büyük sofraya oturmadan küçük oturmaz, büyük sofradan kalkmadan küçük kalkmazdı. Yemeği tabaklara ailenin büyüğü koyar, tabağa konulan yemek bitirilirdi. Hatta tabak sıyrılırdı.
Dayım çok evcimen bir erkekti. Akşam iş dönüşü Perşembe Pazarı'ndan tek tek seçerek aldıklarını evine taşır ve onların en güzellerini eşine ve kızına yedirmekten haz duyardı.
***
Dayım, İ.E.T.T.'den emekli oldu. Sonra bir dostunun iş yerinde, Med Hırdavat Ticaret A.Ş.'de, çalıştı. Şirketin Anadolu temsilcisiydi. Sık sık seyahat eder, hırdavat dükkanlarını dolaşır, sipariş alır, İstanbul'a bildirirdi.
Girdiği dükkanlarda sadece iş ilişkisi içinde olmaz, yaptığı güzel konuşmalarla onların saygı ve sevgisini kazanırdı. Dükkan sahipleri, siparişleri olmasa bile dayımı ısrarla içeri davet ederler, birlikte kahve içerler, sohbet ederlerdi.
Ankara'da, Ulus'taki Posta Caddesi'nde, sıraya dizilmiş hırdavatçı dükkanlarının herhangi birinden alış - veriş yaparken kendimi tanıttığımda gerek dükkan sahipleri gerek tezgahtarlar o piyasada dayım gibi birine hiç rastlamadıklarını söylerlerdi.
***
Biz o yıllarda annemle Ankara'da oturuyorduk.
Ankara'ya gelişlerinde akşam yemeğine bize gelirdi. Uzun sohbetler yapardık. Her konuda tartışırdık. Bir keresinde bana, "hayatta yapmak istediklerimin hepsini sen yaptın" demişti. Benim evlenmemiş olmama çok üzülür, "bu dünyada bir erkek senin yüzünden mutlu olmadı" diye kızardı.
Annemle dayım arasında çok yaş farkı yoktu. Hatta annem onu kundaklar, bebekle oynar gibi oynarmış. Aralarında az bir yaş farkı olduğu halde dayım sanki çok yaş farkı varmış gibi davranırdı anneme.
Hatta bir akşam, yemekten sonra, koltuklarımızda otururken, "teyze, bugün çok yorgunum, müsaade edersen ayak ayak üstüne atabilir miyim" demişti. Bunu o gün de, bu gün de, her sırası geldiğinde, tanıdık, tanımadık herkese anlatırım. Onun bu davranışını Osmanlı bir aileden tevarüs ettiği görgü ve terbiyeyi Cumhuriyet Türkiyesi'ndeki kazanımlarıyla birlikte sürdürmesi açısından çok önemli bulurum.
***
Dayımın en büyük tutkusu beni ve annemi evinde misafir etmekti. Hiç kimsenin evinde kalmak istemeyen annem, dayımı üzmemek için, bazen kabul ederdi.
Dayım ve yengem yalnız annemle beni değil, benim misafirlerimi de ağırlamışlardır. Örneğin, ayrı ayrı zamanlarda Almanya'dan gelen Herr Grimme, Frau Grimme ve Hans – Jürgen Grimme'yi, sabah kahvaltısından, akşam yemeğine kadar, birkaç kez evlerine davet etmişlerdir.
Dayımın evine rahatça girmemiz, istediğimiz uzunlukta kalmamız, misafirlerimizi orada ağırlamamız sadece dayım öyle istediği için olmamıştır. Eğer böyle dersem yengeme büyük haksızlık etmiş olurum. Aksine, kapıyı yengem açtığı için dayım bizleri o evde gönlünce ağırlayabilmiştir. Böyle düşündüğümü bir akşam yemeğinde dile getirmiş ve dayımın huzurunda yengeme teşekkür etmiştim.
Nitekim,1983'de Ankara'dan yerleşmek üzere İstanbul'a geldiğimde, dayım hayatta olmadığı halde, Kabataş'taki eve taşınana kadar, aylarca, yengemde kalmıştım.
***
Eylül 1976'da, dayımın hastalığının kanser olduğu anlaşıldı ve altı ay ömrü kaldığı söylendi. Üveis dayım, "Olcay buna nasıl katlanacağız, bile bile bu altı ayı nasıl bekleyeceğiz" diye ağladı.
Bekledik.
İnsan bekliyor.
Doktorların dediği gibi oldu.
Dayım tam altı ay sonra vefat etti.
6 Şubat 1977.
***
Dayımla, ölmeden önce, bir kez daha beraber olmak için, İstanbul'a gittim. Ama anneme gerçeği söylemedim. "Orhan Peker'in Tiglat'taki sergisini görmek için gidiyorum" dedim. Gece otobüsüne bindim, sabahın erken saatlerinde İstanbul'a vardım. Doğru dayımlara gittim. Yatağının yanına oturdum. Devamlı uyuyordu.
Doktorların dediği gibi oldu.
Dayım tam altı ay sonra vefat etti.
6 Şubat 1977.
***
Dayımla, ölmeden önce, bir kez daha beraber olmak için, İstanbul'a gittim. Ama anneme gerçeği söylemedim. "Orhan Peker'in Tiglat'taki sergisini görmek için gidiyorum" dedim. Gece otobüsüne bindim, sabahın erken saatlerinde İstanbul'a vardım. Doğru dayımlara gittim. Yatağının yanına oturdum. Devamlı uyuyordu.
Bir ara gözlerini açtı.
Mucize.
Yüzüme baktı.
"Dayı, ben Olcay" dedim.
Başını öbür tarafa çevirdi.
Uyumaya devam etti.
***
Akşam üzeri sergiye gittim. Orhan Peker beni görünce çok sevindi. Karısına "Gönül gel, benim sergim için Ankara'dan gelmiş" diye seslendi.
Tam o sırada Galeri'nin kapısı açıldı, Nili (Tlabar) Bilkur içeri girdi. Orhan Peker gene çok sevindi. Bir kez daha karısına seslendi.
Nili, gerçekten, bu sergi için Ankara’dan İstanbul'a gelmişti.
***
Eve döndüğümde dayım ölmüştü.
Ertesi gün cenaze arabasının gidişini, Okmeydanı'ndaki çok katlı apartmanın penceresinden izlerken, içimden, "dinlenmeye gidiyorsun" demiştim.
***
Akrabalarla ne zaman biraraya gelsek, dayımı muhakkak anarız. Onun ne kadar saygılı, ne kadar görgülü, ne kadar duygulu ve ne kadar sevgi dolu bir insan olduğunu konuşuruz.
Dayım, "Ah! bugün gene lodos" diye dövündüğünde, bunda dövünecek ne var diye yüzüne bakardım.
Şimdi her lodos havada dövünürken dayımı hatırlıyorum.
İkinci sırada, soldan birinci Refia Teyze.
|
Semiha Yenge ve dayım. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder