Dayım öldüğünde, "eskiye açılan bir pencere kapandı" demiştim. Tıpkı Refii Cevat Ulunay ve Burhan Felek öldüğünde söylediğim gibi.
Ben, aile ile ilgili hikayelerin çoğunu Refika teyzemden (ciciannem’den) dinledim.
Dayım çok yakışıklıymış. Çok güzel sesi varmış. Hatta mahallemizdeki Rum Mehmet Paşa Camii'nin minaresine çıkar, kendi arzusu ile ezan okur, dinleyenleri sesi ile büyülermiş.
Dayımın zaman zaman okuduğu bu ezanlardan dolayı adının başına "Hafız" konmuş. Yakın çevresi "Hafız Osman" derdi.
Dayım diş tabibi olmak istermiş. Ama Dişçi Okulu yüksek okul değilmiş. Bu nedenle Dişçi Okulu'ndan mezun olanlar askere er olarak giderlermiş. Dayım da er olarak askerlik yapmak istemezmiş.
Saray Ebesi olan Saadet hanım, torunu Osman üzülmesin diye Padişahtan rica etmiş. Dişçi Okulu yüksek okul olmuş. Tam ikinci sınıfta okurken Balkan Savaşı çıkmış. Dayım okulu bırakmış, gönüllü olarak savaşa gitmiş. Tabii er olarak.
Savaştan sonra hevesi kaçan dayım okula devam etmemiş.
Bu hikayeyi ciciannemden dinlemiştim. Ciciannem, "er olarak" derken hırsını alamaz topuğunu yere vururdu. Üsküdar'daki evimizin rabıta tahtası ile döşeli sofası ciciannemin topuğundan çıkan sesle gümbürderdi.
***
Dayım, Üsküdar'daki evimizin tam karşısındaki konağın kızı Aliye hanım ile kafes arkasından anlaşmış ve evlenmiş.
Nejat adında bir çocukları olmuş. Önce ayrılmışlar sonra mı Nejat ölmüş, yoksa önce Nejat ölmüş sonra mı boşanmışlar bilmiyorum.
Nejat, Osman Dayım ile Aliye Hanım'ın oğulları. |
Resmin arka yüzü. |
Dayım yıllarca bekar yaşamış. Sonra, anneannemin, ciciannemin ve annemin çok beğendikleri İhsane Aksel ile evlenmiş. Yıl 1931.
İhsane, Mukaddes hanım ile Gemi İnşaiye Mühendisi Deniz Binbaşı Ahmet Saim beyin kızlarıymış. Ailenin iki çocuğu daha varmış. Fevzi ve Cahide.
Ahmet Saim bey, Birinci Dünya Savaşı'nda ağır yaralı olarak Kasımpaşa Tersanesi'ne getirilen Yavuz Zırhlısı'nın acilen onarılmasını ve tekrar savaşa katılmasını sağlamış.
Cahide ablanın albümünden aldığım aşağıdaki resmin bir öyküsü var. Cahide abla babası öldüğünde çok küçükmüş. Yüzünü hiç hatırlamıyormuş. Nedense evde de hiç resmi yokmuş.
Yalnız annesinden Ressam Sami bey diye birinin adını duyarmış. Babasının arkadaşıymış. O da babası gibi vaktiyle Gemi İnşaiye Mühendisiymiş. Sonra Paris'e gitmiş. Resim çalışmış ve ünlü bir ressam olmuş.
1941 yılında Güzel San'atlar Akademisi Yüksek Mimarlık Bölümü 3. sınıf öğrencileri Sanat Tarihi dersi için Ayasofya Müzesi'ne gitmişler. Müze Müdürü Ali Sami Boyer ile tanışmışlar. Cahide abla birden bu ismi hatırlar gibi olmuş ve acaba bu bey babamın arkadaşı Deniz Yüzbaşı Ali Sami bey mi diye içinden geçirmiş.
Sormuş. Tahmini doğru çıkmış. Kendini tanıtmış. Eğer kendisinde babasının bir resmi varsa onu görmek istediğini söylemiş.
Ali Sami bey birkaç gün sonra Cahide ablayı odasına çağırmış. Bu resmi hediye etmiş. Cahide abla resme bakmış, "Babam hangisi" diye sormuş. Ali Sami Bey de işaretlemiş.
İnsan merak ediyor. O işaretli bey Ahmet Saim bey de acaba diğerleri kim?
Heybeliada Deniz Harp Okulu. 27/03/1894 mezunları. Ok ile işaretlenmiş bey, Cahide ablanın babası Ahmet Saim Bey. |
İhsane yenge ile dayımın arasında biraz yaş farkı vardı. Birbirlerini ne kadar mutlu ettiler bilmiyorum. Evlilikleri, dayım ölene kadar, 29 yıl sürdü.
Dayım, adı önce Seyr - i Sefain olan sonra Deniz Yolları'na çevrilen kuruluşta emekli olana kadar çalıştı. Zaman zaman İstanbul, zaman zaman da Ankara bürosunda şeflik yaptı.
Yusuf Ziya Öniş Genel Müdürüydü. Ama dayımın asıl patronu Sadullah Bigat'tı. Eski İstanbul Valilerinden Raşit Bigat'ın oğlu olan Sadullah bey İngiltere'de Gemi İnşaiye Mühendisliği tahsil etmiş. Dayımın Sadullah beye büyük saygısı vardı.
Sadullah bey, habeş olan dadısıyla beraber, Kızılay'da, Özen Pastanesi'nin yanından içeri girince hemen soldaki şık apartmanın birinci katında otururdu. Anneannem, dadı hanımın bir "hanımefendi" olduğunu söylerdi. Ne zaman ziyaretine gitsek dadı hanım bize Özen'den henüz alınmış sıcak ay çöreği ikram ederdi. O ay çöreklerinin tadını unutamam. Hamuru ince, içinin malzemesi bol olurdu. Ne yazık ki şimdi tersini yapıyorlar. Hamuru çok, içi yok denecek kadar az.
***
Dayımla yengemin çocukları olmadı. Halbuki dayım çocuk severdi.
Annemle babam ayrıldıktan sonra dayım annemle beni Ankara'ya çağırdı. Ciciannem de bizimle beraber geldi. Bir yıl yanında kaldık. İlkokulun ikinci sınıfını Ankara'da Devrim İlkokulu'nda okudum.
Devrim İlkokulu, Ulus'ta Posta Caddesi'nden yukarı çıkarken, Hal'e gelmeden önce, sol koldaydı. (Altan Öymen anılarında Devrim İlkokulu'nda okuduğunu yazmıştı.)
Dayım, her sabah bana harçlık verirdi. Bununla yetinmez, teneffüse çıktığımız saatleri bilir, okulun bahçesine gelir, bir süre uzaktan izler, sonra yanına çağırır ya çikolata ya da şeker verirdi.
Dayım, ağabeyimi ve beni çok severdi. Belki ağabeyimi beni sevdiğinden daha da çok severdi. Ama ben kız çocuğu olduğum için bana karşı daha hassas davranırdı.
***
Ertesi yıl ciciannem, annem ve ben İstanbul'a döndük. İlkokul üçüncü sınıfı yeni bitirmiştim. Birgün dayımdan cicianneme bir mektup geldi. Zarfın içinden mektupla beraber bir de para çıktı. Beş lira. Dayım, ciciannemden bu para ile bana bir kol saati almasını istiyordu.
Zarfın içinden para çıkması beni öylesine mutlu etmişti ki, çalışıp para kazanmaya başladıktan sonra, aynı şeyi ben de kardeşlerime ve yeğenlerime yaptım.
***
Dayımlar, Ankara'da, iki katlı ahşap bir evde otururlardı. Taşlık, mutfak ve yemek odası aşağı katta, oturma ve yatak odaları yukarı kattaydı.
Ev, Ulus'ta, Zafer - i Milli Oteli'nin tam karşısındaydı. Ulus, o yıllarda Ankara'nın mutena bir semtiydi.
O ev ile ilgili bazı şeyleri hala hatırlarım. Ama en çok hatırladığım elektrik saatinin para ile çalışmasıdır. Elektrik kesilince, dayım aşağı iner, duvarda asılı duran saate para atardı. Galiba sarı on kuruşlar vardı. Ama bir tane mi atardı, birkaç tane mi atardı hatırlamıyorum. Elektrik anında yanardı. Belki aydan aya, belki iki ayda bir tahsildar gelir, saati açar, paraları alırdı.
Yaklaşık otuz yıl sonra Oxford'a dil kursu için gittiğimde, odayı ısıtmak için elektrikli sobaya para atarken çocukluğumun Ankara'sını ve dayımı hatırlardım.
***
Dayım, biraz inhisarcıydı. Örneğin Ankara'dan İstanbul'a tatil için geldiğimde hemen her gün onu ziyaret etmemi isterdi. Doğal olarak buna olanak yoktu. Çünkü hem başka akrabalarım hem de arkadaşlarım vardı. Ona arzu ettiği sıklıkta gitmediğim için kızar, telefonla aradığım zaman sitem ederdi. Ve ben, "şimdi gene sitem edecek" diye telefon etmezdim.
Eğer bugün kimseye sitem etmiyorsam bunun nedeni dayımdır.
***
Geçen yaz kuzinim Melek (Erbel), "Hatırlamıyor musun, duvarında bir mevlevi resmi asılıydı" dedi.
Dayımın mevlevi olup olmadığını bilmiyorum. Çünkü aile içinde hiç böyle birşey konuşulmadı. Yalnız bildiğim, dayımın evinde mevlit okunurken ney çalınmasıydı. İlahiler okunurdu. Kadın - erkek aynı salonda yan yana otururdu. Gülabdan ile gülsuyu dolaştırılır, külahta mevlit şekeri dağıtılırdı. Külahın içinde bir tane lokum, iki tane akide olurdu. Gerisi küçük beyaz şekerlerdi.
(Şimdi buraya bir ekleme yapmak istiyorum. Seneler sonra Sadi dayımın oğlu Ünal Maskar, Üsküdar'da misafirim olduğunda bana dayımın İmrahor'daki Mevlevi Tekkesi'ne gittiğini söyledi. Böylece ben de dayımın Mevlevi olduğunu öğrenmiş oldum).
***
Dayımın sofrası her zaman zengindi. Eli ve gönlü boldu.
Tüm tatlıları çok severdi. Ama en çok Su Mahallebisi'ni severdi. Kendi yapardı. Su Mahallebisi'ne hiç pekmez koymazdı. Üzerine sadece pudra şekeri serperdi.
Tek ilacı karbonattı. Gün boyu yanında taşırdı. Evde, özel bir bardağı ve kaşığı vardı. Yatak odasında baş ucunda dururdu. Hiç yüzünü buruşturmadan içerdi. Misafirlikte ise, ev sahibesini rahatsız etmemek için "İhsan" diye hitap ettiği karısından isterdi suyu. Galiba bu da o günlerin terbiyesiydi. Yıllarca ahbaplık edilir ama hiç laubali olunmazdı.
***
Dayım şık bir erkekti. Yelekli takım elbiseler giyerdi. Bir de sokakta giydiği ayakkabı ile evde giydiği terlik herkesin giydiğinden çok farklıydı. Evde giydiği terlik rugandı. Her tarafı kapalıydı. Üzerinde küçük bir fiyonga vardı. Sokakta giydiği ise evde giydiğinin tıpkı eşiydi. Sadece rugan değil siyah deriydi.
Dayım, çok şakacıydı. Bir gün bana, "ağzını arı boku ile doldururum" demişti. Ben ağlamaya başlayınca dayanamamış arı bokunun "bal" olduğunu söylemişti.
Çok güzel tavla oynardı.
Uzun yıllar Ankara'da oturduğu için siyasetin içinde yaşadı. Çok eşi - dostu vardı.
Mecliste konuşulanların iki kanaldan halka ulaştığını söylerdi: Taksi şoförleri ve berberler.
Sedat Simavi’ye çok kızardı. “Yaza yaza Kıbrıs’ı başımıza bela etti’ derdi.
**
Dayım,11 Kasım 1960 yılında İstanbul'da öldü.
Dayım öldüğünde ben Ankara'daydım. Sabah gazeteyi açtığımda ölüm ilanını gördüm. Annemden sakladım. CENTO'da çalışıyordum. İşe gider gitmez İdare Müdürü'nden müsaade aldım. Şehirlerarası telefona kaydımı yaptırdım. Üç saat bekledikten sonra yengeme ulaşabildim.
Yengeme, insanın bir yakınının ölümünü gazeteden öğrenmesinin çok üzücü olduğunu söylediğimde, iki gündür beni aradığını ama bir türlü bağlanamayan telefon yüzünden bana haber veremediğini söyledi.
Bir zamanlar böyleydi. Saatlerce, hatta günlerce beklerdiniz.
O yıllarda CENTO Yeni T.B.M.M. Binası'ndaydı. Oturduğum oda boş ve büyüktü. Yengemle konuşurken sesimi duyurmak için bağırıyordum. Sesim boş odada yankılanıyor, olduğundan daha da yüksek çıkıyordu.
Koridorun ucundaki odada oturan, Amerika'dan henüz gelmiş, yeni patronum Mr.Welsh koşarak yanıma geldi. Olanca kızgınlığı ile yaptığım gürültü için beni azarladı. Bir daha böyle yüksek sesle konuşacak olursam beni işten atacağını söyledi. Ben, hem ağlıyor hem de Türkiye'de şehirlerarası konuşmalarda çok bağırmak gerektiğini anlatıyordum. Bana inanmadı. Söylene söylene odasına gitti. Ama, iki yıl sonra Washington'a dönerken Türkiye'de şehirlerarası telefonda nasıl konuşulacağını artık biliyordu.
***
Yengem, çok yumuşak bir insandı. "Osman bey" diye hitap ettiği kocasının tüm taleplerini sessizce yerine getirirdi.
Yengem annemden küçüktü. Fakat annem, ona ismi ile hitap etmez, ağabeyinin hanımı olduğu için, "yenge" derdi. Ne yengemin görümceleriyle, ne de onların yengemle bir sorunu oldu. Hatta bir kez bana, "görümcelerim bana hiç görümcelik yapmadı" demişti.
1972 yılında öldü. Dayımın yanına gömüldü.
***
Yengemin kız kardeşi Cahide Aksel, 1943 yılında Güzel San'atlar Akademisi Yüksek Mimarlık Bölümü'nden mezun olmuştu. Ayrıca, Tuğrakeş İsmail Hakkı Altınbezer'den tezhip, Kamil Akdik'ten hat, Süheyl Ünver'den minyatür, Necmettin Okyay'dan cilt ve ebru, Vasıf Sedef'ten sedef kakmacılığı, Fevzi Bey'den çini dersleri almıştı. Sedat Hakkı Eldem'in öğrencisi olmuştu.
İleride Türkiye'nin ilk kadın restoratörü olacaktı.
Cahide ablanın çok başarılı meslek hayatını benim anlatmam olanaksız. Ama anılarımda Cahide ablaya muhakkak yer vermek istiyorum. Çünkü o bir Cumhuriyet kızı. Nitekim TRT 2'de yıllarca süren "Cumhuriyete Kanat Gerenler" programında yer aldı. Hem de iki kez.
19 Kasım 1938'de Atatürk'ün na'aşının Ankara Etnografya Müzesi'ne nakli nedeniyle yapılan cenaze töreninde Akademi çelengini, iki arkadaşı ile birlikte, Dolmabahçe'den, Sarayburnu'na kadar büyük bir hüzün ve gururla taşıdığını anlatırken, aynı hüzün ve gururu yeniden yaşardı.
Cahide abla 1915 doğumlu. Anılarımı yazarken pek çok konuda kendisine başvurdum. Pırıl pırıl bir hafıza. Canlı bir tarih.
Evini görmek lazım. Özellikle gençlerin o evi görmesini isterim. Biriktirmenin ne anlama geldiğini insan o evde anlıyor.
Mesleki arşivini ise sponsor bekliyor. Ah! birileri sahip çıksa. Yoksa yazık olacak. Belge dediğiniz nedir ki. Kağıt parçası. Ya sararır solar, ya nemli havadan ya da kuru havadan etkilenir, ya böceklenir, ya da yanar.
Cahide abla, bugün ilerlemiş yaşına ve bedensel yorgunluğuna rağmen hiç boş durmuyor, kitaplar yazıyor ve kendi deyimi ile arşivini "gün ışığına" çıkartmaya çalışıyor.
Çelik Gülersoy'un Genel Müdür olduğu Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu da, bu eserleri basarak, Cahide ablaya "yaşama sevinci" veriyor
***
Bu yazının arkasına bazı belgeler koydum. Onlardan bir tanesi Oktay Ekinci’nin Cahide abla ile yaptığı uzun bir söyleşidir. Belki tamamını okumak istemeyenler olur diye, o söyleşiden küçük bir alıntı yapmak istiyorum:
“…O yıl (1974) Ecevit Başbakanlık yaptı biliyorsunuz ama hükümette Erbakan da vardı. Vakıfları da Erbakan’a bağladılar. Sanki yeniden Evkaf – ı Humayun devri başlamıştı. Bizim zamanımızdaki o modern anlayış kalmamıştı. Erbakan’ın adamları Vakıflara doldular. Ben de 30 yılımı doldurduğum için ayrıldım. Sonra zaten benim çalışma odamı da mescid yapmışlar, namaz kılmak için…”
Oktay Ekinci devamla şöyle yazıyor : “Cahide Tamer’e 10 Aralık 1993 günü Pera Palas’ta düzenlenen ‘Kuşaktan Kuşağa Mimarlar’ yemeğinde Mimarlar Odası’nın ‘Meslekte 50 yıl’ plaketini vermiştik. Alkışlar dindikten sonra ‘Bu benim için ne büyük mutluluk’ demiş ve eklemişti; Fransızlar şövalye nişanı verdiklerinde, keşke önce bizimkiler hatırlasalardı diye düşünmüştüm …” (Cumhuriyet Dergi, 2 Şubat 1997)
***
Cahide ablanın imzalayarak bana verdiği kitapları:
Yedikule,
(İzzet Kumbaracılar, Y.M. Cahide Tamer)
T.Turing ve Oto.Kur.Yay.
Amcazade Yalısı ve Manzumesi Onarımları,
Y. Mimar Cahide Tamer
T.Turing ve Oto.Kur.Yay., 2001.
Sultan Selim Medresesi Restorasyonu,
Y. Mimar Cahide Tamer
T.Turing ve Oto.Kur.Yay., 2002.
Taraklı Yunus Paşa Camii Restorasyonu,
Y. Mimar Cahide Tamer
T.Turing ve Oto.Kur.Yay., 2002.
***
Son kitabını vermek kısmet olmadı.
5 Aralık 2005’te vefat etti.
Osman Dayı ve İhsane Yenge. 31.12.1931 |
Sağda İhsane (Aksel) Maskar, solda Cahide (Aksel) Tamer. 22 Mayıs 1929 |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder