Akşam üzeri Alibey (Cunda) Adası'na vardık. Ayrılmış bir otelimiz ve çizilmiş bir planımız yoktu. Şöyle biraz arabayı sürünce karşımıza bir büfe çıktı ve büfeci Ahmet bize iki otel önerdi.
Birincisinden memnun kalmayınca ikincisine gittik.
Hotel BASEL. Denizin kenarında, tertemiz bir otel. Karadeniz'li İbrahim Boz işletiyor. Kardeşi de İsviçre'de, Basel'dekini işletiyormuş. Çok memnun kaldık. Hemen yerleştik.
Akşam yemeği için kendisinden bilgi rica ettik. Cunda'da bir lokantaya telefon etti ve bizim için iki kişilik bir masa ve de iki kişilik Papalina ayırttı. Böylece Artur Motel ve Lokantasını ve bize servis yapan garson Sabahattin'i tanıdık.
Papalina'nın yanında deniz börülcesi, istifna (bir çeşit ot, haşlanmış, yağlanmış ve limonlanmış), yoğurtlu ve sarmısaklı patlıcan (küçük patlıcanlar önce közlenmiş, sonra soyulmuş ve hiç ezilmeden, oldukları gibi, tabağa konmuş, üzerlerine sarmısaklı yoğurt dökülmüş), kabak çiçeği dolması (Bodrum'lu komşularımın kulakları çınlasın) ve bol soğanlı bir salata yedik. Şarap içtik.
Ertesi sabah otelin önündeki deniz biraz dalgalıydı, İbrahim beye sakin bir koya gitmek istediğimizi söyledik. Bize Ortunç'u önerdi.
***
Ortunç, Opera sanatçısı Orhan Tunç ve eşinin işlettiği, oteli ve restoranı olan, bir tesis. Orhan bey 34 yıl önce almış araziyi.
Çam ormanları içinde bir koy.
Denizde yüzerken de çam ağaçları sizinle.
O gün Ortunç'tan hiç ayrılmak istemedik. Ama Cunda'ya gitmek eski sokakları, evleri ve kiliseyi gezmek ve fotoğraf çekmek istiyorduk.
Taksiyarhis Kilisesi.
Eski Kilise.
***Cunda'da eski sokaklar ve eski evler harabe gibiydi. İnsanların onarma gücü yoktu. Dedeler ölmüş, torunlar yoksullaşmıştı. Devletten yardım bekliyorlardı. Kapı önlerinde oturan yerlilerin söylediğine göre restore müsaadesi almak için birkaç yıl beklemek gerekiyordu. Müsaadesiz dam bile aktarılsa hapis cezası veriliyordu.
Hava kararmaya başlamıştı. Melek artık fotoğraf çekemiyordu. Artur Lokantası'nda yer ayırtmıştık. Gene aynı garsonun denizin kenarında hazırladığı iki kişilik masaya oturduk ve bir gece önce yediklerimizin tıpkı eşini, özlemle, ısmarladık.
Perşembe sabahı saat 08.30'da Alibey Adası'ndan ayrıldık.
***
Melek, Susurluk'a uğramak istiyordu. Çünkü birkaç yıl önce, İstanbul'da, Susurluk işi tahtadan yapılmış ördek ve at almıştı. Gene almak istiyordu. Hem de Susurluk'tan almak istiyordu. Ustayla tanışacak, sohbet edecek, anılar yapacaktı. Ama ne usta vardı ne de tahta oyuncaklar.
***
12.30'da Bandırma'ya geldik.
Bandırma'da, tavsiye üzerine, meydandaki İnegöl Köftecisi'ne gittik ve hayatımızın en lezzetli İskender Kebabı'nı yedik.
***
Ve 900 kilometrelik bir kara yolculuğunu Bandırma'da noktalayıp Tekirdağ Feribotu'na bindik.
Feribot, 14.30'da hareket etti, dört saat onbeş dakika sonra İstanbul'daydık.
Sirkeci'de Feribot'tan indik, hemen araba vapuruna bindik ve Harem'e geldik.
Melek beni eve bıraktı ve kardeşinin yazlığına, Dragos'a, gitti.
Ayrılmadan önce birbirimize not verdik.
Melek, "Olcay abla ile seyahat edilir" dedi.
Ben, "Melek'in teklif ettiği her seyahate çıkılır" dedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder