Bir zamanlar kısa tatillerimin çoğunu Anadolu'da geçirirdim. Bodrum'da ev yaptıktan sonra bu geziler bitti. Ne yazık ki böyle oluyor. Ev sizi bekliyor.
O yıllarda yollar bozuk, araçlar kötü, konaklama yerleri ilkeldi. Ama, serde gençlik vardı. Hiç aldırmazdık.
Örneğin, 50'li yılların sonu, 60'lı yılların başında Ankara'dan Antalya'ya otobüs 21 saatte gider, 21 saatte gelirdi. Ve bizler dört günlük Kurban Bayramı tatilinde buna seve seve katlanırdık.
Bavullar otobüsün üstüne konur, iple sıkı sıkı bağlanırdı. Gene de korkardık. Söylentiye göre, Antalya'ya tırmanırken, haydutlar otobüsün üstüne çıkar, bavulları aşağıya atarlarmış. Gerçi bizim başımıza böyle bir şey gelmedi ama her ihtimale karşı, gözümüz virajlarda kulağımız yukarıda olurdu.
Antalya halkı bizlere hiç alışık değildi. Kaldığımız pansiyonun sokağında oyun oynayan çocuklar, kod pantolonlarımızı yadırgarlar arkamızdan "tiyatorocular" diye bağırırlardı.
***
1981 yılının Temmuz ayında Karadeniz'e gidiyordum. İçinde ekmek olduğu için çantamı aşağıdaki bagaja koydurmadı şoför muavini. "Ayak altında ekmek olmaz" diye açıklamıştı.
Ramazandı. Trabzon'un tüm lokantaları, çay bahçeleri kapalıydı. Fırınlarda bile ancak iftar saatinde ekmek bulunuyordu.
Evde hazırlayıp yanımıza aldığımız peynir ekmeğimizi öğle vakti parkta yerken bir delikanlı üzerimize yürümüştü. Soldan gelen parkın bekçisi ile sağdan gelen yaşlı adam engel olmasalardı bizi dövecekti. Ağzı köpürerek, "Ramazanda yemek yemeğe utanmıyor musunuz" diye bağırmıştı.
***
O yıllarda turizmi keşfeden iki kasaba vardı Türkiye'de. Akçakoca ve Amasra.
Bu iki yere sonradan bir de Bodrum eklendi.
Bodrum’a çok çeşitli yollardan giderdim. Daha çok da İzmir üzerinden. Bir kez de Ankara'ya İzmir üzerinden döndüm. Otobüsün kalkmasına çok zaman vardı. Pasaport'ta (Kordon) bir kır kahvesinde oturdum. Güneşin batmasını bekledim.
Bugün için çok doğal olan bazı şeyler o yıllarda hiç doğal değildi. Örneğin, bir kadının, hem de genç bir kadının sadece erkeklere mahsus bir kahveye girip oturması, kır kahvesi olsa bile, pek kabul edilir bir şey değildi.
Nitekim kahvedeki erkekler de kabul etmediler. Meraklı gözlerle baktılar, baktılar, baktılar. Halbuki ben elimdeki bir aleti evirip çeviriyor, onların tarafına bakmıyordum bile.
Uzun bir bekleyişten sonra kendi dünyalarına döndüler.
Elimdeki alet bir fotoğraf makinesiydi. İnstamatik 50. Köln’de, 1965 yılında, arkadaşım armağan etmişti.
For the silly persons (aptal insanlar için), Push the bottom (düğmeye bas) denilmesine karşın Life mecmuasının fotoğrafçısı da bu makineyi kullanıyordu. Hatta dünyada on kişiden dokuzu da.
O makine ile çok fotoğraf çektim. Film kaset halinde satılırdı. Alır yuvasına koyardınız. Hepsi o kadardı. Sarması yok. Ayarı yok.
Sadece güneşli ya da kapalı havalar için kullanılan küçük bir perdesi vardı. Onu kaldırmak veya indirmek yeterliydi.
Eğer yanlış hatırlamıyorsam o yıllarda Kodak filmleri Türkiye’de basılmıyordu. Baskı için Almanya’ya gönderiliyordu.
O gün o kır kahvesinde dört saat oturdum. Güneşi, tam denize düşerken çekecektim.
Siyah-beyaz olacaktı ama önemsemiyordum. Önemsediğim, sadece bir tek poz çekebilecek durumda olmamdı. Çünkü, on iki filmin on birini kullanmıştım. Bu durumda sadece bir kez ‘Push the bottom’ yapabilecektim. Yaptım.
İşte o fotoğraf.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder