Şecere'de Sırrı diye yazılı. Dr. Abdullah Öztemiz, adının Ömer Sırrı, rütbesinin Miralay, mezarının da Şeyh Camii'nde bulunduğunu söylüyor.
Miralay Ömer Sırrı bey, Osman Paşa'nın Maide'den sonraki çocuğu.
Ne yazık ki Ömer Sırrı bey hakkında başka bir bilgi yok.
Kim bilir ne hoş adamdı ve onunla ilgili anlatılacak ne çok öykü vardı. Eminim çocukları o öyküleri biliyordu. Ama yazmak, not olmak gibi bir kültürümüz olmadığı için anlatılanlar arkadan gelen kuşaklara ulaşamadı.
Miralay Ömer Sırrı beyin hanımının da adı Maide. Beş çocukları olmuş. Fatma, Nazife, Vakıf, Hasene ve Esrar.
Ben, en çok Fatma hanım teyzeyi, çocuklarını ve torunlarını biliyorum.
Fatma hanım teyze Sami beyle evlenmiş ve beş çocukları olmuş. Ayşe, Mümtaz, İnayet, Nimet ve Raşit. (Necla Horasan bu sıralamanın yanlış olduğunu Mümtaz beyin ilk çocuk, Ayşe hanımın ikinci çocuk olduğunu söylüyor. Muhakkak ki Necla'nın söylediği doğrudur. Ama ben Şecere'ye sadık kaldım. Çünkü Şecere yıllar önce ağabeyim tarafından tüm aile bireylerine dağıtılmıştı ve kimseden bir düzeltme gelmemişti.)
Fatma hanım teyzenin ilk çocuğu Ayşe teyze önce Feridun beyle evlenmiş, Düriye adında bir kızları olmuş. Feridun bey öldükten sonra Hulusi Derici ile evlenmiş. Çocukları olmamış.
Sırrı Bey |
Bizim evimiz Şemsipaşa'da, Ayşe teyzenin evi Çifte Kayalar'da, Kasap Veli Sokağının sonunda, adeta denize uçan, ahşap bir köşktü. Olağanüstü bir manzarası vardı. Tam karşısında Topkapı Sarayı, sağında Haliç ve Galata, solunda Adalar.
Köşkün tavan süslemelerini göstermek hatta rolevelerini yaptırmak için Akademi hocaları öğrenciler getirirdi.
Ankara'dan yaz tatili için Üsküdar'a geldiğimde ciciannemle çok sık Ayşe teyzelere giderdik. Onlar da aynı sıklıkta bize gelirlerdi.
***
Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre'nin 'Üsküdar, ah Üsküdar!' adlı kitabını (Kaknüs Yayınları, 1. basım, benim okuduğum 2.baskı, haziran 2002, İstanbul s. 28) okurken, "Ay! Şimdi Ayşe teyze karşıma çıkacak" gibi bir duyguya kapıldım. Kapılmamla Ayşe teyzenin karşıma çıkması bir oldu. Sayın Özemre şöyle anlatıyor:
“Rahmetli annemin de epeyi ahbabı, geleni - gideni vardı. Bunların bir kısmının haftalık, diğerlerinin onbeş günlük ya da aylık misafir kabul günleri olurdu. Mesela salı günleri İhsaniye semtinde oturan akrabalarımızdan merhum Hulusi beyin haremi Ayşe hanımın ve aynı gün Hakimiyet - i Milliye Caddesi No.81'de tuhafiyecilik yapan Şerafettin beyin haremi Saadet hanımın kabul günüydü. Bir hafta Ayşe hanıma gidersek diğer hafta Saadet hanıma giderdik. Ayşe hanımların babamın çocukluğunda 100 altına satılmış olan ve benim dedemin dedesi olan ve Sultan II. Mahmud'un Çuhadarlığı, Sultan Bayezid Vakfı ruznamçecisi (katibi) Şehzade Camii mütevelli heyeti azası görevlerinde bulunmuş Hacı Mehmet Emin Ağa'nın dört katlı köşküne mücavir Çiftekayalar'a kuşbakışı bakan bir köşkleri vardı. Bütün Marmara, İstanbul limanı ve Kızkulesi tabak gibi ayaklarının altındaydı. Bu muhteşem manzaraya her zaman meftun olmuşumdur. Ayşe hanım teyze misafirlerine kendi imalatı olan lohuk ikram ederdi. Konuşacak mevzu kalmayınca da hanımlar, eğlenmek için, tombala oynarlar ve tombalayı da bana çektirirlerdi.”
Okuduğum bir kitapta, hiç ummadığım bir anda, akrabalarımdan biri ile karşılaşmak gerçekten çok heyecan vericiydi.
Hemen Necla Horasan'ı aradım. Ahmed Yüksel Özemre'yi tanıyıp tanımadığını sordum. Çok iyi tanıyordu.
Ben de tanımak istiyordum. Telefon ettim. Randevu aldım. Gittim. Giderken de anılarımın "Ömer Sırrı bey" bölümünü yanıma aldım. Çok güzel bir gündü. Birbirimize çok güzel şeyler hatırlattık. Özellikle Raşit dayının düğün resmi Ahmed beyi çok duygulandırdı. Böylece Ayşe teyzenin Hulusi bey ile olan evliliği Ahmed Yüksel Özemre ile beni hısım yaptı. Nereden nereye.
Hulusi bey de o devrin tüm erkekleri gibi boğazına düşkünmüş. Misafirlerin geldiği bir gün sofrada yemek yerken Ayşe teyze kocasına, “Hulusi bey, yollar kalabalık (yani sofrada çok misafir var) jandarmaya gerek yok (yani çatalına dolmaları çifter çifter takma) tek gidelim” demiş. Ve bu incelikli söz bir kuşaktan diğerine anlatıla anlatıla günümüze kadar gelmiş.
***
Fatma hanım teyzenin, şecereye göre, ikinci çocuğu Mümtaz bey ise Müşerref hanımla evliydi ve Bolu'ya yerleşmişlerdi. Ciciannem zaman zaman onlara giderdi. Mümtaz bey de İstanbul'a geldiğinde bazen bizde kalırdı. Biz o zaman Kadıköy'de oturuyorduk. Yıl 1942 olmalı. Ben Çamlıca Kız Lisesi'nin orta kısmına gidiyordum. Mümtaz bey akşamları eli dolu gelirdi. Bir seferinde torik balığı getirmişti. Ciciannem ve annem o koca balıktan, bütün gün uğraştıktan sonra, balık köftesi yapmışlardı. Balığın kokusu günlerce evden çıkmamıştı ama köftenin tadı bugün bile damağımda.
***
Üçüncü çocuk İnayet abla Mahmud Akol ile evlenmiş Ankara'ya gelin gitmişti. Evleri Kızılay'dan Cebeci'ye doğru giderken sağ taraftaki Sağlık Sokağı'nın hemen girişindeydi. Bahçe içinde iki katlı sobalı bir evdi. İnayet abla soba üzerinde boza yapardı. Mahmut ağabey de mayonez. Şimdiki aletler o zaman yoktu. Ama çare tükenmezdi! Şişenin mantarı delinir, Mahmut ağabey içinde yumurta, tuz ve hardal olan kaseye zeytinyağını damla damla akıtırken, İnayet abla da tahta kaşıkla durmaksızın karıştırırdı, mayonezin kıvamını bulmak için.
Günümüzde bazı kimselere gurme deniyor. Bence eskiden herkes gurmeydi. Çünkü onlar yemek sevgisi olan, damak zevki olan, sofra adabı olan insanlardı.
Bir de o aileye mahsus bir şey vardı. Kuru yemiş alındığında evde kaç kişi varsa taksim edilirdi. Herkesin küçük bir sepeti vardı. Canı isteyen istediği zaman kendi sepetinden yerdi.
İnayet abla ile Mahmut ağabeyin iki oğlu vardı. Tevfik ve Işık.
Tevfik, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesini bitirdi. Prof. Dr. İrfan Titiz'in yanında İç Hastalıkları ihtisası yaptı ve hocasının asistanı oldu. Eğer Üniversitede kalsaydı, eminim, değerli bir bilim adamı olurdu. Nedense tercih etmedi. Hediye ile evlendi ve Karabük'e yerleşti. Işık, Suzan ile evlendi. Onlar da Almanya'ya yerleşti.
Ne yazık ki büyükler ölünce küçükler büyüklerin yerini alamıyor. Ailede kopmalar başlıyor. Yıllar var ne Tevfik'i ne de Işık"ı gördüm. Halbuki geriye dönüp baktığımda güzel şeyler hatırlıyorum. Örneğin, Işık'la Karabük'e gitmiştik. Altmışlı yılların başı olsa gerek. Işık daha bekardı. Bayramı Tevfik'lerde geçirecektik. Ramazan ayının son günüydü, tüm yolcular oruçlarını otobüste açtı. O zamanın otobüsleri de otobüstü! Herkes ilk lokmayı ağzına atar atmaz hemen sigaraya sarıldı. Az kaldı dumandan boğulacaktık. Ben oruçlu değildim. Dramamin ile seyahat ettiğimden yolda su içmez, sulu birşey yemezdim. Ondan olacak herhalde, Tevfik'lere geldiğimizde çok hararetim vardı. Tanrım! O gece ne kadar çok çay içmiştim. Hediye'yi de çok tanımıyorum. Biraz utanmıştım. Ama çay da çok güzeldi.
***
Dördüncü çocuk Nimet abla, ilk evliliğini subay olan Naci beyle yapmış Necla adında bir kızları olmuş. Naci bey öldükten yedi yıl sonra gene subay olan Ali Eşref beyle evlenmiş Mukadder dünyaya gelmiş.
Nimet abla ve kızları, Ayşe teyze ile birlikte Kasap Veli Sokak'taki o güzel manzaralı evde otururlardı.
Necla, Diştabibi M. Kamil Horasan'ın oğlu Diştabibi Vildan Horasan ile evlendi.
Baba - oğul aynı muayenehanede yıllarca birlikte çalıştılar. Sonradan Kadıköy'e taşınmış olmalarına karşın adları Üsküdar'da hâlâ saygı ile anılır.
Vildan ile Necla'nın oğulları Adnan ve Naci de Diştabibi olarak baba ve dede mesleğini yürütüyorlar. Hatta Adnan'nın kızı Beril de diş doktoru oldu.
Hukuk tahsil eden Mukadder ise Rontgen Mütehassısı Dr. İsmet Soydan ile evlendi.
***
Fatma hanım teyzenin Beşinci çocuğu Raşit Özçeri, büyüklerine saygılı, küçüklerine sevgili, mesleğinde başarılı, aynı zamanda yakışıklı bir subaydı. Evlenme çağına gelince "beni evlendirin" dedi. Eskiden böyleydi. Eğer, erkekler otuz yaşına kadar kendi başlarını kendileri bağlayamazlarsa annelerine veya ablalarına "beni evlendirin" derlerdi. Onlar da aman kötüye gitmesin diye kolları sıvarlardı.
Durum cicianneme (Refika teyzeme) bildirildi. Ciciannem hemen yabanlıklarını giydi. Ayşe teyze ve Nimet abla ile beraber yollara düştü.
Önce yakındakiler gözden geçirildi. Sonra uzaktakilere bakıldı. Daha sonra tavsiye edilenler üzerinde duruldu.
Bu namzetler içinde matluba muvafık olanlar tabii ki vardı. Ama Raşit dayı bir şart koşmuştu. "Gelin hanım ille de kişmiri olacak". Lugatlara bakıldı. Bulunamadı. Bilge kişilere soruldu. Bilinemedi. Raşit dayı açıkladı: "Esmer olacak. Ama öyle bildiğiniz esmerlerden değil. Kişmiri olacak" dedi.
Sonunda Raşit dayının istedği gibisi bulundu. İstanbul'un Avrupa yakasında, Şişli tarafında, hatırı sayılır tüccarlardan bir beyefendi ile bir hanımefendinin Notre Dame De Sion mezunu, hem güzel, hem akıllı, hem görgülü kızı Hayrünnisa Olgun istendi.
Ama aile, kızlarını subaya vermek istemiyordu. Aman yanlış anlaşılmasın, subayları çok seviyorlardı, lakin subaylar çok uzaklara tayin oluyordu. Red cevabı verildi.
Yeniden kız aranmaya, bakılmaya, kıyaslamalar yapılmaya başlandı.
Raşit dayı, "olursa o olur, başkası olmaz" dedi.
Ciciannem gene yabanlıklarını giydi. Bu kez yalnız olarak Şişli'deki evin kapısını çalacaktı. Neyi nasıl söyleyeceği kendisine öğretilmişti. Oğlumuz Subaydı ama Levazım Subayıydı. Levazımcıların tayin olacağı yerler çok sınırlıydı. Bir - iki yerin ismini saydı. Makul karşılandı.
Eh! Çöpçatan da çatmıştı. Yazgı da yazılmıştı. Kısmette de vardı. Zaten oğlumuzu da pek beğenmişlerdi. Ciciannem "evet" sözünü almadan şerbetini içmedi. Adet böyleydi. Kızın annesi "peki" deyince, şerbet içilirdi.
Düğün Tokatlıyan'da yapıldı. 24 Şubat 1937.
Yukarıda bir oda açıldı. Gelin orada giyindi. Yakın akrabalar, gelin ve damada takıları orada taktı. Ailenin bir üyesine odanın anahtarı teslim edildi. Bazı davetlilerin beraberlerinde getirdikleri hediyeler o odaya kondu.
Bize, ailenin üç küçüğüne, Necla, Mukadder ve bana, pembe taftadan elbiseler dikildi. Gelinin eteği tutuldu. La Comparsita çalındı. Gelin - Damat dans etti. Büyüklerin elleri öpüldü. Tüm masalar dolaşıldı. Herkesin gönlü alındı. Yemekler yendi. Fotoğraflar çekildi.
Düğünden sonra, Raşit dayı ile Hayrünnisa yenge düğüne gelenlere teşekkür ziyaretinde bulundu. Çekilen fotoğraflar imzalanıp hediye edildi. Çerçevelenen fotoğraflar duvarlara asıldı.
***
Raşit dayı ile Hayrünnisa yenge Harbiye'de cadde üzerinde bir ev tuttular.
Tugay'cığım İstanbul'da dünyaya geldi. Yıl 1939.
Sonra nasıl oldu bilinmez, Raşit dayı Afgan subaylarını eğitmek için Afganistan'a tayin oldu.
Hani levazımcıların tayin olacakları yerler çok sınırlıydı? "İçecek suları varmış" dendi. "Emir emirdir" dendi. Yola çıkıldı.
İkinci çocukları, 1943 yılında, Kabil'de dünyaya geldi. Adını Ali Babür koydular.
Afganistan'dan doğru Ankara'ya geldiler. Tugay, Ankara Koleji'ni (TED) bitirdi. Gençler Birliği Futbol takımının en başarılı ve en efendi oyuncusu, sporseverlerin en sevdiği futbolcu oldu.
O tarihlerde maçlar bugünkü gibi çığırından çıkmamıştı. Futbolcular da... Sadece renk aşkı için oynanırdı. Para için değil.
Galatasaray, o gün için çok iyi bir transfer ücreti teklif etti. Tugay'cığım kabul etmedi. "Olcay abla, uykusuz geçen bir geceye maloldu. Hepsi o kadar. Ertesi sabah 'hayır' cevabını verdim" demişti. O yaşta bir çocuğun reddedemeyeceği bir paraydı. Ama o, Ankara'da kalmak, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde okumak ve diplomat olmak istiyordu.
Tugay'cığım, Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni hiç yıl kaybetmeden bitirdi. Dışişleri Bakanlığı'nın sınavlarına girdi ve kazandı. Futbolu çok seviyordu. Sözlü imtihanda, onu imtihan eden Dışişleri Bakanlığı'nın yüksek rütbeli bürokratlarına sordu, acaba hem Bakanlıkta çalışıp, hem de Gençler Birliği'nde oynayabilir miydi? Oynayabilirdi. Yalnız, sık sık antremana gitmesi meslektaşları arasında bir huzursuzluk yaratabilirdi.
Tugay, bu görüşü çok doğru buldu ve derhal kulüple ilişkisini kesti ve böylece futbol hayatını onurlu bir şekilde noktaladı.
Tugay, İrge ile nişanlandı. İrge, DTCF'nin İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. 1966 yılında, Bulvar Palas'ta, güzel bir düğün yaptılar. Çok mutlu oldular. Oğulları Onur, kızları Aslı dünyaya geldi.
Onur, lise ve üniversiteyi Belçika'da okudu. Baba mesleğini seçti. Diplomat oldu. Meslektaşı Yonca Gündüz ile evlendi. Aslı, Brüksel'de Siyasal Bilgiler'i bitirdi. İki ayrı konuda master yaptı. O da baba mesleğini seçecekti ama, son dakikada karar değiştirdi. Brüksel'de yaşamını sürdürmeğe karar verdi.
Tugay ve İrge, 1967 yılında Londra'ya tayin oldular. Merkeze döndüklerinde, Tugay önce Ümit Haluk Bayülken'in sonra Turan Güneş'in Özel Kalem Müdürü oldu.
Tugay meslek hayatında Londra'nın dışında sadece Brüksel'de bulundu. Tabii bu oldukça ilginçti. İki kez tayin olduğu NATO'da toplam 20 yıl 7 ay görev yaptı. Son gidişinde Büyük Elçi olarak NATO nezdinde Türkiye'yi temsil etti.
***
Ali'cik, önce Ankara Koleji'ni (TED) ve sonra İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'ni bitirdi. İş Bankası'na girdi. Kambiyo Kısmı'nda çalıştı. Ayşe ile evlendi. Bir oğulları oldu. Adını Berend koydular. Ali'cik, sonra, İstanbul İş Bankası'na Dışişleri Müdürü olarak atandı.
Tugay'cığım kumral, Ali'ciğim esmerdi.
Ali'ciğime kötü bir hastalık geldi. Genç yaşında aldı götürdü. Öldüğü yıl Berend Robert Kolej'den mezun oldu. Sonra Amerika'ya gitti. Carnegia Mellon'da Bilgisayar okudu. Beş yıllık okulu dört yılda bitirdi.
***
Hayrünnisa yenge, iki kez Londra'da kalp ameliyatı oldu. Doğuştan kalbi delik olan bir hanımın iki defa doğum yapmış olmasına "Sir" ünvanlı İngiliz doktorlar çok şaştı.
Dayım ve yengem uzun yıllar birlikte yaşadılar. Dayım çok iyi bir ev reisi ve çok iyi bir baba; yengem çok iyi bir eş ve çok iyi bir anne oldu.
Yengem bana bir kez, "bizim evimizde, kırk yıldır, öğle yemeği saat oniki'de yenir. Çünkü Raşit böyle ister" demişti.
Bizler yengemi çok sevdik. Yengem de bizleri çok sevdi. Önce dayım, sonra Ali, daha sonra yengem öldü.
***
Anıları yazma süresi uzayınca, ne yazık ki, bazı eklemeler yapma zorunluğu doğuyor. Bunların içinde en acısı Tugay'cığımın ölümüdür.
Tugay benim yalnız kuzenim değildi. Pek çok konuda aynı görüşü paylaştığım dostumdu. Her yeni yıl öncesi birbirimize uzun mektuplar yazardık. Ama en keyiflisi, biraraya geldiğimizde siyaset ve diplomasi üzerine yaptığımız konuşmalardı.
Hemen hepsini bugün gibi hatırlıyorum.
Benim anılarımı yazıyor olmam çok hoşuna gitmişti. Hatta onayını almak için gönderdiğim bölümleri okuduktan sonra, "Olcay abla, ailede bunu senden başka kimse yapamazdı" demişti.
Bir gün Tugay için ağıt yakacağım hiç aklıma gelmezdi. Benden on yaş küçüktü. Ama ölüm hiç sıraya bakmıyordu.
Hani derler ya önemli olan bu kubbede hoş bir seda bırakmaktır. Ölümünden hemen sonra oynanan bir Gençler Birliği - Galatasaray maçı öncesinde tribünleri dolduran binlerce insan onu ayakta selamladı. Hem de futbolu bıraktıktan kırk yılı aşkın bir süre sonra.
Ali Osman Güley, Yegane hanımla evlendikten bir yıl sonra gittiği bir düğünde Çerkez bir hanım görmüş ve almış, Bursa’ya getirmiş. Yegane hanım ile Ali Osman beyin 7 çocukları olmuş. Tarık, Neriman, Türkan, Faik, Muhtar, Rüştü, Ethem. Ali Osman beyin Çerkez Makbule hanımdan da dört çocuğu olmuş. Çocuklardan biri Ferda Güley, CHP Ordu Milletvekiliydi ve 1974 Ecevit Hükümeti’nde Ulaştırma Bakanı olmuştu.
Fotoğrafta soldan ikinci Nazife hanım, üçüncü Yegane hanım, Ortada Ali Osman bey. Sağdan ikinci Çerkez Makbule hanım. Resmin arkasına Yegane hanım “Sünnet hatırası” diye yazmış. Ali Osman bey ise, Ebedi yuvamızın ebedi olması istenilen şahısları” diye yazmış. 15.5.1941 tarihini atmış ve imzalamış. Sünnet olan iki çocuktan soldaki Ethem Güley. Annesi ve babası ile ilgili tüm bilgileri ve fotoğrafları ondan aldım. Ethem, Aytap’la evli. İki çocukları var. Cüneyt ve Tülin.
Ciciannem (Refika teyzem) hayattayken Ethem ve Aytap Üsküdar’a cicianneme gelirlermiş. Şimdi bana geliyorlar. Hoşuma gidiyor. Hem misafir sevdiğim için. Hem akraba sevdiğim için. Hem de eskilerden konuşmasını sevdiğim için.
|
Yegane Hanım, Teğmen Vakıf Bey, Rana Hanım. |
Nazife hanımın Yegane hanımdan sonraki kızı Rana hanım Kemalettin Ergörül ile evlenmiş. Kemalettin Enişte Taşdelen Sular İdaresi Müdürü idi ve bizi Taşdelen’deki lojmanlarına davet etmişti. Ayşe teyze, Nimet abla, ciciannem, Necla, Mukadder ve ben, hep beraber gitmiştik. Belki başkaları da vardı. Hatırlamıyorum. Hiç unutmam şilteleri yere sermiştik ve hepimiz yanlamasına yatmıştık. O birkaç günlük misafirlik unutamadığım anılarımdan biridir. Rana teyze ile Kemalettin eniştenin dört çocukları var. Orhan, Nermin ile; Cahit, Ayhan ile; Ceyda, Hüseyin ile; Verda, Dr. Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu ile evli.
|
Nazife hanım ve üçüncü kızı Şehime hanım. Şehime hanım, Bursalı bir beyle evlenmiş ve çocukları olmamış. Gerek Rana hanım gerekse Şehime hanım, annemin yalnız akrabaları değil aynı zamanda çok sevdiği arkadaşlarıydı. Eskiden aile içi yardımlaşma diye bir şey vardı. Örneğin ciciannem çok tez canlıydı. Telaşından ya ayağını kırardı ya da kolunu. Hemen Şehime ablaya haber verilirdi. Şehime abla severek, isteyerek, koşarak gelirdi. Bunu hiçbir şey karşılığı yapardı. Ailede içinde böyle insanlar kalmayınca, lazım olduğu zaman, zorunlu olarak, refakatçi tutuyorsunuz. Artık böyle bir müessese var. Yerli veya yabancı. Arayıp buluyorsunuz. Her üç ameliyatımda da refakatçi kullandım. Ve hep Şehime ablayı hatırladım.
|
Bu resim 1912 Balkan Harbi sırasında Üsküdar’da, Mihrimah Sultan Camii’nin civarında, Sultantepe’de Miralay Ömer Sırrı beyin bahçe içindeki konağında çekilmiş. Bu konaktan takriben 1937 yılında aile içi uyuşmazlık yüzünden satılmış.
Sol baştan ayaktakiler: Önde Nimet (Özçeri), arkasında İnayet (Akol). Sağ baştan ayaktakiler: Önde Rana (Ergörül), arkada Hasene hanım. Oturanlar: Soldan sağa Şehime (Öztütüncü), Miralay Ömer Sırrı bey, eşi Maide hanım ve Raşit (Özçeri).
Fotoğrafın alnında bir çerçeve asılı. Okunamıyor. Ama Rana Ergörül aşağıdaki gibi olduğunu söylermiş:
Çeşm-i insaf kadar kamile mizan olmaz
Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz
(Bursalı Talib. Ö. 1706. Erzurum Kadısı iken orada ölmüş.)
(Kaynak: Dr. Abdullah Öztemiz.)
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder