Muhterem benim annem.
Ciciannem, "İçimizde kalbi en iyi olan Muhterem'dir" derdi.
Annem asker severmiş. "Bir borazan olsa da içinde otursam" dermiş. Onun için kendisini bir asker isteyene kadar beklemiş. Allah gönlüne göre vermiş. Babam talip olmuş. Babam Askeri Veterinermiş. Annem hemen kabul etmiş. Yıl 1921.
Yılını biliyorum da ayını, gününü bilmiyorum. Ama, annem ve babam, Mustafa Kemal'e katılmak için, 20 Ekim 1921 günü İtalyan Remo Şilebi ile İstanbul'dan İnebolu'ya hareket ettiklerine göre demek ki Ekim ayından önce evlenmişler.
Remo Şilebi'nde yalnız annemle babam değil Üveis dayım ve anneannem de varmış.
Babam ve dayım "tüccar" belgesi ile binmişler Şilebe. İnebolu'ya çıktıktan sonra önce Kastamonu'ya oradan da Ankara'ya varmışlar.
Ankara'da babama ayrı, dayıma ayrı görev verilmiş. Dayım, Konya'daki Garbi Anadolu Menzil Müfettişliği emrinde kurulması düşünülen Bakteriyolojihanei Baytari Laboratuvarı Amirliği'ne tayin edilmiş.
Babam ise 42. Süvari Alayı’nın Veterineri olarak Batı'ya hareket etmiş.
Şimdi burada bir parantez açıyorum ve bir özeleştiri yapmak istiyorum. İnsanlar, maalesef, yaşamlarının her döneminde bazı hatalar yapıyorlar. Özellikle gençliklerinde. Benim yaptığım hatalardan biri de, annemin tutku halinde anlattığı Kurtuluş Savaşı anılarını can kulağı ile dinlememiş olmamdır. Hele bir de not almış olsaydım şimdi sizlere canlı bir "Muhterem Hanım Tarihi" anlatacaktım.
Alay önde, aileler kağnı arabalarında arkada, düşmanı kovalayarak adım adım ilerlemişler. Annem "muzafferiyetle Horosköy'e (Manisa) kadar geldik. İzmir'e varmak üzereydik, Alay İstanbul'a dönsün diye emir geldi, yoksa İzmir'e ilk giren Türk ailesi biz olacaktık" derdi.
Horosköy'e vardıklarında İzmir'in kurtulduğunu duymuşlar. İstanbul'a sevinçle dönmüşler.
Halbuki Hıfzı Topuz, Gazi ve Fikriye adlı kitabının 219. sayfasında İzmir'e giren ilk fırka kumandanlarından birinin Kazım Sevüktekin Paşa olduğunu yazıyordu.
Babam, Askeri Hizmet Safahatı'nda İzmir'e girdiklerini söylemiyordu. Annem ise İzmir'e giremeden İstanbul'a geri döndüklerini birçok kez bana anlatmıştı. Bu durumda Hıfzı Topuz'un yazdığı doğru değildi. 30 Ocak 2002 tarihinde Hıfzı Topuz'a telefon ettim. Bildiklerimi söyledim.
Nitekim 9 Eylül 2002 tarihli Cumhuriyet Gazetesi'nde Araştırmacı - Yazar Yaşar Aksoy, "Dokuz Eylül'ün 80. Yılı" başlıklı yazısında : "İzmir'e doğru atılan Türk Ordusu'nun en önünde Tümgeneral Fahrettin Altay Paşa komutasındaki 5. Süvari Kolordusu" bulunuyordu diye yazıyordu.
***
İzmir 9 Eylül 1922'de kurtulduğuna göre demek ki Babamlar İnebolu'dan Horosköy'e 9 ayda gelmişler.
Annem, "Bu vatan kolay kurtulmadı" derdi, başını iki yana sallayarak.
Annem bazı şeyleri çok tekrarlardı. Örneğin, "Türk askeri ekmeğini esir Yunan askeri ile paylaşmıştır" derdi ve bunu gözleri ile gördüğünü söylerdi.
Doğal olarak annemin Atatürk sevgisi çok başkaydı. Tüm onun kuşağının insanları gibi. Onlar Atatürk'ü tarih kitaplarından öğrenmemişlerdi. Bizzat o günlerin içinde yaşayarak öğrenmişlerdi. Bu nedenle o insanların "Cumhuriyet" anlayışı da çok farklıydı.
Annem, her 10 Kasım sabahı sokağa çıkar ve dokuzu beş geçe Atatürk'ü sokakta selamlardı. Siren sesini duymayanları da uyarırdı. Belki de sırf bu uyarıyı yapmak için sokağa çıkıyordu. İnsanlar bilsin, öğrensin ve saygı göstersin isterdi.
Annem, 1977'nin Sonbaharı'nda hastalandı. Uzun bir süre tedavi gördü. Çok zayıflamıştı, çok güçsüzdü. Ama gene de o 10 Kasım sabahı erken kalkmış ve giyinmişti. Onu böyle hazır görünce, "İki aydır hiç sokağa çıkmadınız. Ufacık bir üşütme yüzünden tekrar hastalanabilirsiniz. Ne olur bu kez Atatürk'ü evin içinde selamlayın" dedim. Kabul etmedi. Benim kolumda, apartmanın ancak dış kapısına kadar çıkabildi. Yüzünü sokağa döndü ve Atatürk'ü ayakta selamladı. Annem o gün 79 yaşındaydı.
***
Savaş sonrası İstanbul'a döndüklerinde, anneannem ve ciciannem de bizimle beraber oturmuşlar.
Babam anneannemi çok severmiş. İkinci eşi Melahat hanıma, "Ben paşa olamadan emekli oldum, ama kayınvalidemin paşasıydım. Beni paşa diye çağırırdı" dermiş.
Babam ciciannemi de çok severdi. Hatta evin yönetimini ona bırakmıştı. Kendisi ciciannemden beş yaş büyük olduğu halde, karısının ablası olduğu için, cicianneme "abla" derdi.
***
Biz babamdan çok korkardık.
Gündüz her türlü yaramazlığı yapar, akşam olunca köşeye çekilirdik. Ama ne olsa çocuktuk. Gene de babamın istemediği şeyleri yapardık.
Anneannem bizi korurdu. Yalnız yaramazlık yaptığımız zaman değil, sofrada sevmediğimiz yemekleri yemek istemediğimiz zaman da bizi korurdu. Örneğin, babama göstermeden kendi tabağına aktarırdı.
Babam, ağabeyime akşam yemeğinde köfte yemediği için sabah kahvaltısında köfte yeme cezası vermişti. Zavallı anneanneciğim, erkenden kalkar, ağabeyimle beraber kahvaltı sofrasına oturur, bir tane ağabeyime yedirirse bir tane de kendi yerdi.
***
Annemle babam evliliklerinin ilk beş yılında çok mutlu olmuşlar. Annem böyle söylemişti.
Annem çok ince ruhlu, hassas bir insandı. Babam sert ve asabi. Her ikisinin de bundan başka kusuru yoktu.
Annem bir kez babama, "bir kadının kalbi yılbaşı oyuncağına benzer, bir kez kırılınca tamir edilmez" demiş. Babam nasıl bir cevap vermiş bilmiyorum.
Babam emekli olunca bir yıl evde oturmuş. Annem erkeklerin evde oturmalarını doğru bulmazdı. Çünkü o zaman her şeye karışır olurlarmış. Annem huzursuzluğun böyle başladığını söylemişti.
Annem aralarındaki sorunu baş başa kaldıklarında halletmeye çalışırmış. O kadar ki, aynı evin içinde yaşayan annesine ve ablasına dahi bir şey hissettirmezmiş.
Sorunlarını kendi yakınlarına dahi yansıtmayan annem, diğer akrabalarına, hele hele eşe - dosta hiçbir şey belli etmezmiş. Onu, yani babamı, herkesin "çok iyi bir koca" olarak bilmesini istermiş. Çünkü o, yani babam, "Muhterem'in kocası"ymış.
Bu nedenle ayrılmaya karar verdiklerinde, "Hakkı bey gibi bir koca hiç bırakılır mı" diyen bazı eş - dost kızlarını babama vermeğe kalkmışlar.
***
Babam annemi çok severdi. Hatta ona aşıktı.
Nitekim 12 yıl sonra, 1948'de, ikinci eşiyle evlenmeden önce, Üsküdar'a cicianneme gelmiş ve "Acaba Muhterem tekrar benimle evlenir mi?" diye sormuş.
Ciciannem anneme sormadan "hayır" demiş.
Eğer sorsaydı acaba annem nasıl bir yanıt verirdi?
Bunu hep merak etmişimdir.
Ne zaman babamlara gitsem, daha bana "nasılsın" demeden "annen nasıl" derdi ve çıkarken de anneme selam göndermeyi hiç ihmal etmezdi.
Leyla yengeme, annem için "çok kibardı" dermiş. "Başka neler söylerdi" derdim. "Bilmiyorum" derdi. Bilirdi bilmesine ama, nedense söylemezdi.
Annemle babamın evliliğinin iyi gitmediğini hisseden amcam, bir de "karı - koca - çocuklar" olarak bu evliliğin denenmesini önermiş.
Bu teklif uygun bulunmuş. Anneannem, Osman dayımın yanına Ankara'ya gitmiş, ciciannem ise çomak teyzemin yanına Cağaloğlu'na.
Biz de, Cihangir'e gittik. Kumrulu Sokak'ta, 17 No.lu Uğur Apartmanı'nın en üst katına taşındık.
Ben, Firuzağa İlkokulu'nun birinci sınıfına, ağabeyim de dördüncü sınıfına kaydoldu.
Başlangıçta her şey yolunda gitti. Sonra nasıl oldu bilmiyorum. Babam, galiba, anneme biraz sert davrandı.
Ayrıldılar.
Yıl 1936.
***
O yıllardaki ayrılıklar bu yıllardakinden çok farklıydı. Annemle babam ayrıldıktan sonra hiç biraraya gelmediler. Birbirlerini hiç görmediler. Biz çocuklarla ilgili bir sorun olduğunda, ciciannem babamla irtibat kurardı.
Aradan 25 yıl geçmişti. Ağabeyimin İstanbul'da Liman Lokantası'nda düğünü vardı. Annem ve ben asansörün kapısında misafirlerimizi bekliyorduk. Asansörün kapısı açıldı. Babam, hanımı ve kardeşlerim dışarı çıktı. Ben tanıştırdım. El sıkıştılar. Salona geçtiler.
Biraz sonra babam yanıma geldi, "Kızım yanındaki hanımı tanıyamadım?" dedi. Ben de, "Annem" dedim. "Ya! Öyle mi?" dedi. Anneme doğru yürüdü. Annemin elini bir kez daha sıktı ve "Tebrik ederim" dedi. Annem de, "Darısı sizin evlatlarınızın başına" dedi.
İnsanın tuhafına gidiyor. On beş yıl birlikte yaşa. Her türlü mahremiyeti paylaş. Aradan yıllar geçsin. Birbirine yabancılaş. Hatta tanıma.
***
Annem, çocukların önünde kavga etmenin, onların ruh sağlığı açısından doğru olmayacağı düşüncesiyle boşanma kararı aldığını söylemişti.
Acaba annesi - babası ayrılmış çocukların ruh sağlığı daha mı iyi oluyordu?
Böyle bir soru sordum diye sakın annemi suçluyorum sanılmasın. Hayır, kesinlikle annemi suçlamıyorum, hatta onu kutluyorum. Çünkü annem kocasından boşanmaya karar verdiğinde hiçbir ekonomik gücü yoktu. Hatta, kocasının evinden iki çocuğu ile çıktığı gün, gidecek kendine ait bir odası bile yoktu.
1936'da bu cesareti göstermek kolay değildi.
***
Biz Cağaloğlu'na, çomak teyzemin yanına geldik.
Annem Akşam Kız Sanat Okulu'nun Şapka ve Çiçek Kısmı'na, misafir öğrenci olarak, gitti.
Hocası Mücella hanım, annemi çok başarılı buluyor ve bir arkadaşı ile Kapalıçarşı'da bir şapkacı dükkanı açmasını öneriyordu. Örnek olarak da Şapkacı Tahire hanımı gösteriyordu. Tahire hanımın Kapalıçarşı'da dükkanı vardı.
Ne annem, ne de arkadaşları hocalarının önerisini hayata geçirecek cesarette değillerdi.
***
Mahkeme kararıyla anneme 40 lira nafaka bağlandı. Ağabeyim için 20 lira, benim için 20 lira.
Annem ağabeyimin nafakasını babamdan almadı. O para ile ağabeyimi Işık Lisesi'nde yatılı okutmasını istedi. Benimkini ise, evin masrafı için, ablasına verdi.
Annem, babamdan ayrıldığı zaman 38 yaşındaydı.
Bir daha evlenmedi.
Annem, babam, ağabeyim. Resmin arkasına annem, "Sevgili kardeşlerime bir hatıra olmak üzere takdim." diye yazmış. Hem kendisi hem babam imzalamışlar. Tarih: 22 Mayıs 1930 |
Annem, babam, ağabeyim. Aynı gün çekilmiş. |
Annem resmin arkasına, "Sevgili Nermin'e bir hatıra." diye yazmış. Tarih: 17 Ocak 1932 |
Son birliktelik. Cihangir, 1936. Ayrılmayı annem istemiş olmasına karşın, ne kadar hüzünlü bakıyor, değil mi? Kolay değil, bir yuva yıkılıyor. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder